El alem ne der korkusu Türk insanının en büyük açmazıdır. Bu korku içinizde ne varsa hepsini öldürür. İçinizde şarkı söyleyen adamı ya da kadını bu korku susturur. Aklınızı, duygunuzu, sevginizi yani size ait ne varsa bu korku hepsini esir alır.

Çiftçi bir arkadaşla sohbet ederken söz dönüp dolaşıp klasik yakınma kısmına geldi. Tüccarların aralarında nasıl anlaştığı, domatesin, üzümün neden aralarında anlaştıkları fiyatın dışında satılamadığı, çiftçinin nasıl olsa üretmiş olduğu ve satmak zorunluluğu bir anda ortaya döküldü.

Bu durumdan nasıl kurtulabileceğimizi sordum yanıt alamadım. Birlik ve ya kooperatif kurulamaz mı soruma da biz bir araya gelemeyiz yanıtını aldım. Aslında zaten biliyordum bu yanıtın geleceğini ve neden bir araya gelemezsiniz diye yeniden sorduğumda ‘’gelemeyiz işte’’ yanıtını alacağımı da.

Türkiye’de en zor iştir köylü olmak. Herkes birbirini izler. İnsanlar onlarca göz kendilerini izlerken hiçbir yeniliğe, farklı bir tarza yönelemez. Ayıplanma, alay edilme ve başarısız olma korkusu insanların elini kolunu bağlar. Garip bir şekilde hiç kimse diğer bir insanın ilerlemesini istemez. Hep  bir mücadele söz konusudur aralarında; birisi ilerlerse diğerleri kendilerini yenilmiş sayarlar ve asla istemezler bunu. Yıllarca baskılanmış, kendini kanıtlamasına izin verilmemiş, söz hakkı tanınmamış bireylerin içlerinde büyüttüğü öfke bu şekilde çıkıyor karşımıza.

Türk insanının ya da Türkiye’nin en büyük açmazı belki de budur. Bir araya gelememek, güvensizlik, çekememezlik içinde boğulmamak için mücadele ettiğimiz denizin ana kaynakları. Yaşadığımız birçok sorundan kurtuluşumuz bu kaynakları kurutmaktan geçiyor.

El alem ne der korkusu kısa vadede gelişen bir korku değil. Yüzyıllardır biriktiriyoruz bizler bu korkuyu. Köy gibi insan sayısının sınırlı oldu yerlerde daha da baskın olarak çıkıyor karşımıza. Şehirlerde,  kalabalığın içinde saklanmak çok daha kolay geliyor insanlara. Bu korku üretim ilişkilerini ve şeklini de etkiliyor.

Bir araya gelememekten dolayı bireysel ve dağınık şekilde yapılan üretim zorluklar çıkarmaya devam edecek; bizleri dibe doğru çekmeyi asla bırakmayacaktır. Her alanda belirli standartların olması gerekiyor. Ne üretiyor olursanız olun belirli oranlara ve ölçülere sahip olmak zorunda. Ürettiğiniz peynirin yağ ve tuz oranı sürekli değişiyorsa büyük bir sorununuz var demektir. Tarımsal ürünler ölçümlenebilir olmalı.

Kısa vadede bu durumdan kurtuluş yokmuş gibi görünse de doğru çözümler uygulamalı olarak insanların önüne getirilirse çok hızlı bir değişimin yaşanacağına inanıyorum. İnsanlar ürettikleri ürünlerinden para kazanırlarsa ortaya konulan yöntemi sahipleneceklerdir. Kazanılan her yeni kuruş kişilerin sosyal yönlerini de olumlu yönde ilerletecektir. Sadece tarım alanında değil toplumsal hayatımızın har noktası için geçerli bu.

Hangi alanda değişim yaratmak istiyorsanız o alanda insanların eline somut bir şeyler vermek zorundasınız. İnsanları ikna etmenin en iyi yoludur elle tutulur gözle görülür kazanımlar. Birlik ya da kooperatif kuracaksanız insanlar buralardan kâr etmeli. Kazanmazsa kimse ikna olmaz ve o işe sahip çıkmaz.

Hepimizin içinde ilkel bir taraf var. İnsan olmak ya da insan olma yolunda ilerlemek içimizdeki ilkel yanımızı sürekli törpülemekten geçiyor. Ne kadar yontarsak ilkel benliğimizi o kadar insanlaşıyoruz. Tıpkı koskocaman bir kayadan keski ve çekiçle yontularak yaratılan heykeller gibi içimizde kendimizi yaratıyoruz.

Elbette bu süreç acısız, sancısız değil. Hepimizin elinden keski ve çekiç hiç düşmemeli. İçimizdeki o ilkel ve devasa kayadan sürekli parçalar koparmalıyız. Hem insan olmak hem de insan kalmak için gerekli olan budur.