''Ressamlar mutludur, şairler mutsuz'' diyor İlhan Berk. Bu önermeyi okuduktan yıllar sonra söyleyecek sözü olmayanın mutlu olduğunu fark ediyorum. Yazmanın mutlu etmediğini zaten biliyordum. 

İnsan en çok kendisi için yazar. Yazdıkça en çok kendisi değişir. Yazmak aslında eline bir çekiç, bir murç alarak yeniden oymaktır kendini. Ya da boşluğun kenarlarını  belirlemek gibi ince bir çizgidir. Aklında döndürdüğü düşüncelerin somutlaşmasıdır. Bir kere söylemişseniz/yazmışsanız gerçeğiniz değişmiş ve yenisini söyleyene kadar onunla yaşayacaksınız demektir.
İlhan Berk'in önermesine gelecek olursak; ressam içindekileri tuvale, kağıda, duvarlara dökerek somutlaştırır. Oysa kişi soyuttur. Belki de madde ve ruh ayrımını yeniden tanımlamamız gerekiyor. Madde yani vücut; genel özellikleriyle bu dünyada milyarlarca olandan bir tanesi. Oysa ruh ya da kişilik; soyut bir kavramdır, sizin kendinizle ilgili bütün varoluşunuzu gerçekleştirir ve bir tanedir. Yani sizden bu dünya üzerinde bir tane var.

 Bedeniniz değişmez olanınız. Ruhunuz sürekli değişeniniz. Ama bu değişim söyleyecek sözü olanlara verilen bir ödül ve ya ceza; nereden bakarsanız bakın böyle bu. Yaşadığım zamanın bu anında daha çok fark ediyorum bunu. Kahveleri, çay bahçelerini, barları, gazinoları, statları  dolduruyor insanlar ve hiçbir şey umurlarında değil. Söyleyecek bir sözleri yok yaşama dair. Yaşamak şartlı bir refleks gibi devam ediyor kalp atışlarında. Oysa söylemeyi başaranlar her gece kalplerini/ruhlarını ellerine alıp öyle uyuyorlar.

Örneğin annenizle babanızı aynı derecede sevdiğinizi düşünürken; birden annenizle beraber çekilmiş fotoğraflarınızın sayısal olarak ciddi anlamda daha çok olduğunu fark ediyorsunuz. İşte bunu söylediğiniz veya  yazdığınız anda bu konudaki bütün gerçeğiniz değişiyor. Uzun bir süre belki de ömrünüzce bunu sorgulamaya devam ediyorsunuz. Kimi sevdiğinizi, ne kadar sevdiğinizi, sevginin ayrılabildiğini, farklılaştığını durmadan soruyorsunuz kendinize.
Söylemekle somutlaştırıyor ne varsa. En öznel duygularınız için de geçerli bu durum. Aşığım demeden farkına varmayabiliyorsunuz duygularınızın. Sevmiyorum demeden birilerinin size verdiği rahatsızlığı anlamlandıramıyorsunuz.  Yazmak ya da söylemek kendine itiraf gibi. Bir kere söyleyince kendinize geri dönüşünüz olmuyor. 

İnsanı inceleyen bilim dallarının olması size korkunç gelmiyor mu? Üstelik buna insan mühendisliği diyorlar. Oysa bizlerden bilmem kaç milyar olduğu söyleniyor. Hepimizin aynı olduğunu düşünmek kabus gibi değil mi? Ya da birilerinin mikroskopunun altında, lam ile lamel arasında hissetmek korkunç değil mi? Örneğin fakir yerine ''dar gelirli'' tamlaması daha kabul görendir. İnsanlara daha rahatlatıcı gelir ve ne yazık ki bunu bulan psikoloji bilimidir, uygulamaya geçiren ''insan mühendisliği''. Günümüzde bütün bilim dalları insana karşı kullanılmaya devam ediyor.

Söyleyecek sözü olmayanlara bakıyorum. Yaşam konusunda, aşk konusunda, kardeşlik konusunda, insanca yaşama, paylaşma ile ilgili kurabilecekleri bir cümle yok. Sadece anlamını bilmedikleri ama ezberledikleri cümleleri tekrar etmekle yetiniyorlar. Yaşamak için kendi buldukları bir yol, yöntem yok. Onlara sunulan klişeleri uygulamaya devam ediyorlar. İnsan mühendislerinin önlerine getirdiği kalıpların dışına çıkamıyorlar. Maalesef bu zümre toplumumuzu oluşturan insanların yarısından fazla.
Bu dünya üzerinde insanların sinir uçlarını keşfederek bunu kapitalizme uyarlayan kişiler var. Örneğin insanların komşularından geri kalma korkusundan yararlanarak reklamcılıkta duayen olan psikolog gibi. Maalesef ve ne mutlu ki insanız, hâlâ çok kırılganız, çok açmazımız var. 

İki insan vardır dünya üzerinde; söyleyen ve susan. Susan bilmez ya da görmezden gelir. Mutludur.  Söyleyen söylemese çıldırır. Söylese de mutsuzdur; söylemese de.

İnsan en kolay kendini kandırır; her yalan en çok kendi ruhunuzu kirletir ve hepimizi etkiler.