Akıp gidiyor her şey. Sürükleniyor bir bilinmezliğe doğru. Ne garip; bilinmezlik sözcüğü korkuturken;  sonsuzluk sözcüğü rahatlatıyor. Oysa onun içinde de bilinmeyen bir çok an var. Sonsuzluk ve akış. Yıldızların sonsuz döngüsü. Ve bizim insan olarak büyük çaresizliğimiz. 

Binle anılan yıllar şu ihtiyar dünyamız için küçük bir an; ama bizlere sonsuzluk gibi. 70-80 yıllık ömrümüzde gözlerimizden içimize ne akmışsa, hangi görüntüler, hangi meyve ağaçları, ırmaklar dolmuşsa o kazancımız. Hiçbir şeye sahip değiliz. Her şeyimiz ödünç. Duyduğunuz kuş sesleri bile ödünç. Yaşatmayı başarırsak o seslerde bizden sonra çocuklarımıza kalacak. 

Sahip olduğumuz ya da sahibi olduğumuzu düşündüğümüz ne varsa hiç biri bizim değil. Bizler silinip gideceğiz ama madde doğasının gereği olarak kalmaya devam edecek. Yaşamın, doğanın ve maddeniz karşısında ölümlü olduğumuz gerçeği bir kere daha hatırlatacak kendini. Ölümlü olduğunuz gelsin aklınıza sevinin.
Doğa muhteşem döngüsüne, mükemmel akışına devam ediyor. Genelde biz insanlar o akışa karşı çıkma eğilimindeyiz. Bizim insan olarak akışımız da devam ediyor ama akış değil de sanki bizimkisi kafamızı taşlara kayalara vurarak, büyük bir selin içinde sürüklenmek gibi. Akışın yönünü değiştirmek ve ya değiştirmek istediğimizde başımızı vurduğumuz taşlar çoğalıyor sadece.

Bizler yalnızlık duygusu olan tek canlıyız herhalde. Hatta bazılarımızın içine işliyor bu duygu. Yalnızlıktan kaçmak için sahte arkadaşlıklar, sahte sesler ve sahte dokunuşlardan yıkılmaz hapishaneler yaratıyoruz kendimize. Belki de alışkanlıklarımızın ve bağımlılıklarımızın nedeni de yalnızlık duygusudur. Bu duygudan kurtulmak için oynanabilir kumarlar yaratmışızdır. 

Hiçbir şey anlatmaya çalışmıyorum sizlere. Sadece aklım ne varsa ne hissediyorsam önümdeki ekrana yazıyorum. Kısacası o muhteşem akışın içine bırakmış durumdayım kendimi. Akıp gidiyorum yaşama karışarak. Başımı yukarı kaldırdığımda bulutların gidişinden anlıyorum bunu. Geceleri bir uçtan öbür uca doğru yürüyen yıldızlardan. Hangi kıssaydı anımsamıyorum ya da daha önce yazıp yazmadığımı; diyordu ki birileri bir yerlerde tek başınayken yalnızlık çeken kişi eksiktir, sorunludur.

En büyük yalnızlığımızı en çaresiz anımızda hissediyoruz. Bir kum tanesi kadar bile olamadığımız geliyor aklımıza. Çok kısa bir süre önce yaşayarak öğrendim bunu. En azından bende öyle yaşıyor bu duygu. O büyük çaresizlik ve biz. Bakıyoruz. Bakıyoruz. Bakıyoruz. Bakıyoruz. Bu güne kadar yaşadığımız ne varsa, yani anılara, yani tek sahip olduğumuz acıya, sevince ve hüzne dönüyor yüzümüz.

Birazdan bu yazı bitecek. Şöyle bir toparlayacağım yaşadığım yeri. Çöpü çıkaracağım. Bu gün kurulan pazarın olduğu sokağa gideceğim. Orada, o küçük meydanda çınar ağaçlarının altındaki masalardan birine oturacağım. Çayım gelecek. Daha dün dalından toplanmış meyvelere bakacağım, geçen seneden hazırlanmış zeytinlere. İnsanlara bakacağım. İnsanların yüzlerine. Bir iki saniyeliğine de olsa belki de çıkacağım o akışın içinden.
 Dostoyevski söylemiş; ''İnsan en çok severken insandır.'' Öyle çok ekleme yapılabilir ki cümlenin altına...
        İnsan en çok severken insandır.
        İnsan en çok severken çaresizdir.
        İnsan en çok severken acı çeker.
        İnsan en çok severken yalnızdır.

Ve her insan bir gün yalnızlığı tadacaktır. Siz dünyayı içinize çekin. Kuş sesleri, ırmaklar, çiçekler ve ağaçlar olsun içinizde. Ve tüm dünya canlılarının  kıpırtıları. Ne kadar iyiyseniz o iyilik kalacak çocuklarınıza. Hanlar, hamamlar değil.