Sabah saat on gibi bahçeye giderken yol üstünde yavru bir köpeğe rastladım. Açlıktan kurumuş; bir deri bir kemik kalmış acınacak bir durumdaydı. Birkaç saniyede aklımdan bunlar geçerken ağzında yaklaşık bir metrelik bir yılan olduğunu fark ettim. Şaşırdım. Mama vermek için durdum. Çalıların arasına girerek hırlamaya başladı. Kırk bilemediniz kırk beş  günlük Kangal kırması bir yavru. Hoşuma gitti. Önce önüne birkaç tane mama attım, geldi yedi; yol kenarına biraz mama döktüm ve uzaklaştım. Sonra kenara döktüğüm mamaları yedi. Yaklaştım kaçmadı. Sevdim. Ona ''gel sen benim köpeğim ol'' dedim. Arabaya aldım, adını Mira koydum. Yaklaşık bir yıldır benimle. Uysal, akıllı, cesur bir köpek. Aramızda sıkı bir dostluk gelişti.

Bahçeye geldiğimde her gün büyük bir sevinç gösterisiyle karşılıyor, elma ağaçları arasında dolaşıyoruz beraber. Ayrılmıyor peşimden. Diğer bahçelere ister arabayla gideyim, ister traktörle mutlaka peşime takılıyor. Ben bahçede çalışırken sanırım beni korumak için etrafı çabucak kolaçan edip sonrasında kendine gölge bir yer buluyor ve oradan ayrılana kadar beni izlemeye devam ediyor. Öyle tatlı, öyle güzel bir dostluk, arkadaşlık gelişti ki aramızda anlatması çok zor.

Komşumuzun köpeğiyle arkadaş oldu. Sürekli beraber oynuyorlar. Sonra aralarına siyah sevimli bir köpek katıldı. Çok korkmuş. Hiç yanıma yaklaşmıyor. Önceleri ben gelince bahçeden çıkıyordu, korkuyla arkasına bakarak. Sonraları bir parça alıştı sanki. Ama gene yanıma gelemiyor. On-on beş metre ötemde kalıyor. Korkusundan bakamıyor benden tarafa. Bir ayağı sakat. Topallıyor. Hep tek başına.  Çalışanıma asla kovmamasını söyledim. Gelsin Mira'nın mamasından yesin. Suyundan içsin.

Hep tek başına, hep korkarak, hep saklanarak yaşayan canlı ister hayvan olsun isterse insan acı veriyor. Hiç kimseye güvenemeyip, herkesten korkarak, saklanarak  yaşamak her canlı için korkunç olsa gerekir.

Fark ediyorum ki ben bu hayvanların korkusunu gidermek istiyorum.

Bahçemde üç tane köpek oluyor çoğu zaman. Mira, komşumun kızının köpeği Pamuk, henüz dokunmadım korkmuş siyah köpek ve kedim İzci. Bazen bu dört hayvanı kucak kucağa yatarken, bazen oynarken buluyorum. Onları öyle görmek beni çok sevindiriyor. İzci'nin aramıza katılması ise bambaşka bir muamma. Anlatırım belki onu da. İzci'nin adını kızım koydu. O da geldiği günden itibaren hiç ayrılmıyor peşimden. Bahçede nereye gidersem beni takip ediyor. Kısaca ben burada köpeklerim ve kedimle çok mutlu oluyorum. Keşke o siyah köpeğin korkusu geçse de bizimle yaşamaya başlasa.

Bu yazdıklarımı sadece hayvanlarla ilgili sanmayın lütfen. Canlı sözcüğüyle sınıfladığımız her can için geçerli. Canlı dediğimiz her tür acı çekiyor, korkuyor, mutlu oluyor, güveniyor,  seviyor ve yalnız kalıyor. Tedirginlik sanki ödenen en büyük bedel. Dayak yiyeceğinden korkan çocukların babaları eve geldiğinde uyuma numarasıyla yorganların altına saklanması bu yüzden. Dayak yiyen canlıların korkusu ve tedirginliği bu yüzden Sokaklarda gördüğünüz canların iki-üç yaşında çocuk zekasında olduğunu lütfen unutmayın.

Bu noktada şunu söylemem gerekir ki insan denen canlıyı ikiye ayırmak mümkün. Birincisi vahşice hayata, diğer insanlara saldıran ve bu saldırganlık güdüsüyle ayakta kalmayı başaran taraf. Diğeri ise anlayan, anlamaya çalışan, hayatı geldiği gibi kabul eden naif taraf. Kısaca hayatı ya kavga olarak görüyorsunuz ya da yaşıyorsunuz ve yaşadığınızın farkına varıyorsunuz.

Avlunuza, kapı önünüze, bahçenize kediler köpekler su içsin diye koyduğunuz tastan arıların, kuşların, yusufçukların da su içtiğini görmek kadar ne mutlu edebilir insanı? Belki de hayatı kavga etmeden yaşamanın yollarını bulmalıyız. Acaba hiç düşündünüz mü yaşamın insan için çok kısa olduğunu? Gömleğiniz, hırkanız, mendiliniz bile sizlerde daha uzun yaşıyor. Hal böyleyken bunca karmaşaya ne gerek var.

Bahçeme kara bir köpek geliyor. Korkmuş. Çok korkmuş bir köpek. Hiç kimse tarafından görülmeyip; uzaktan, bir duvarın duldasından insanları seyredip aralarına karışamayan bir insan gibi tıpkı.