Söylenmiş tüm distopyaların gerçekleştiği bir çağda yaşamak bizim şanssızlığımızmış. Büyük bir yalnızlığımız varmış bizim. Kimselerin görmediği; görse de aldırmadı yalnızlığımızın içinde kaybolup gitmişiz. Büyük birader tarafından gözetlendiğimizi daha içimize sindirememişken birileri ‘’demokratik panoptikon’’ konusunu açıyor. Sahip olduğumuz yalnızlığımız yetmiyormuş gibi çok daha fazlasını üstümüze yüklemek için sürekli çalışıyorlar.

İki haber okudum peş peşe. Birincisi Almanya’da köpeğiyle birlikte yaşayan yaşlı adamın ölümünün sekiz sene sonra fark edilmesi, köpeğinin de yaşlı adam öldükten sonra açlıktan ölmesi; ikincisinde ise sahibi tarafından dokuz sene önce bir köşeye terk edilen köpeğin dokuz sene boyunca sahibini gelir diye o köşeden hiç ayrılmadan beklemesi.

Her canlının bir gün öleceğini bilerek ölümü çoktan kabullendik ama ölüm  şekilleri içimizi yakmaya devam ediyor. Bir adam evinde ölüyor, sekiz sene boyunca hiç aranıp sorulmayan bir adam. Ölünce de yalnızlığı derinleşmeye devam etmiş. Hâlâ bizleri de içine çekiyor. Düşündükçe o adamın ölüm yalnızlığı, köpeğinin yanı başında açlıktan ölmesi, kapısının sekiz sene boyunca çalınmaması sanki beyaz perdede seyrettiğimiz ve tüylerimizi diken diken eden bir film gibi. O haberi okuduğum andan itibaren başlayan, sekiz sene sürecek olan o filmden çıkaramıyorum kendimi. Durmadan senaryolar üretiyorum kafamda. Adamın dışardan köpeğiyle eve gelişi, anahtarlarını hep astığı yere asışı ve sonrasında koltuğunda sessizce ölümü.

Acımasız bir dönem bu içinde olduğumuz çağ. Her şey ‘’digital’’ ya artık; hani emekli maaşları da otomatik yatıyor ya bankaya, elektrik, telefon, su faturaları otomatik ödeniyor ya; maaş yatmış, faturalar ödenmiş, kimse arama ihtiyacı duymamış yaşlı adamı. Sizce de artık çok yalnız değil miyiz hepimiz?

İkinci haber ise bir köpeğin bekleyişini anlatıyor. Vefa duygusundan falan söz etmiyorum. Ya da insanlarla köpekleri karşılaştırmıyorum. Burada bir hayvanın bir insana (bence insan ve hayvan kavramları yeniden tanımlanmalı) duyduğu karşılıksız ve katışıksız sevgiden; o sevginin doğurduğu yalnızlıktan söz ediyorum. Terk edilen o köpek vefa duygusuyla değil sevdiği için bekliyor orada.   İki haberin bende uyandırdıklarını yazma ihtiyacı içindeyim; hiçbir ıssızlığa çare olmayacağını bilerek.

Köpeklerin en büyük korkusu terk  edilmekmiş. Hayvanları çok seven biri olarak gözlemlediğim sokakta birkaç köpeğin içinde birinin başını okşarsanız diğerlerinin de size başlarını uzattıklarıdır. Bu dünyada debelenen canlılar olarak hepimizin en çok sevmeye ve sevilmeye ihtiyacı var. Sevdiğiniz hiçbir hayvan sizi unutmaz. Sevmeyi deneyin. Mutlaka deneyin. Göreceksiniz ki bu size iyi gelecek. Her şeyi sevin. İnsanları, bitkileri, hayvanları.

Bu yüzyılın getirdikleri yalnızlığımızı artırmaya devam ediyor. Korkulu ve sancılı bir yalnızlığa dönüşüyor bize ait olan ne varsa. ‘’Akıllı’’ dediğiniz televizyonunuzun internete bağlanıp programını yenileyince size sorduğu ‘’son kullanıcı’’ sözleşmesini onaylıyor musunuz sorusuna verdiğiniz ‘’evet’’ cevabıyla aslında televizyonunuza evinizi dinleme yetkisi de vermiş oluyorsunuz. Kısacası ‘’BIG BROTHER WATCHİNG YOU.’’ Sahi big brother yani ‘’büyük abi’’  1984 adlı yapıtta televizyonlardan izlemiyor muydu insanları? Ön görüde mi bulunmuş George Orwell yoksa ironi mi yapmış bilmiyorum ama artık sadece duvarınızdaki televizyon değil kullandığınız her elektronik alet başka kapılara açılan anahtar delikleridir.

21.yy yalnızlığımızı artırmaya devam edecek. İnsandan uzaklaşacağız. Hepimiz kendi sığ dünyamızda saklanmaya, o dünyanın derinine gömülmeye devam edeceğiz. O yaşlı adam gibi öldükten sonra değil daha yaşarken sekiz sene daha yalnızlık çekeceğiz. Bizi bir köşe başına değil de belki bir eve terk edecekler bizi, bir hastaneye, bir bar köşesine orada bekleyeceğiz bir duvara dönerek yüzümüzü. Neyi beklediğimizi, kimi sevdiğimizi bilmeden.