Zaman zaman “biz neler gördük, neler yaşadık, neler neler...” deriz. Yazan olsa, hayatım roman olur, diye ekleriz.

Ama en güzelini Urfalı Nabî söylemiş:

“Bağ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz

Biz neşâtın da gamın da rûzgârın görmüşüz…”

Asıl adı Yusuf olan Nâbî 1642’de Urfa’da doğdu. İyi bir eğitimden geçti. 1665 yılında, 22-23 yaşlarında iken İstanbul’a gitti. Musâhib Mustafa Paşa’nın himayesine girdi. Divân kâtipliğine getirildi. Padişahın damadına kâtip olması, şairi saray çevresine de yakınlaştırdı. Nitekim, IV. Mehmed’in Edirne Sarayına gidişi sırasında, birlikte götürdüğü maiyetinde Nâbî de bulundu. 1672 yılında, padişahın maiyetinde Lehistan seferine katıldı.

Musahib Mustafa Paşa’nın desteğiyle, 1679 yılında Hacca gitti. Dönüşüde Musâhib Mustafa Paşa’ya kethüdâ oldu. Paşa’nın 1685’te Kapudân-ı Deryâlık göreviyle Mora’ya tayin edilmesiyle birlikte Mora’ya gitti. Burada bir süre kalan şair, Paşa ile birlikte yeniden İstanbul’a döndü. Musâhib Mustafa Paşa’nın vefatıyla Nâbî himayesiz kaldı ve uzun yıllar yaşayacağı Halep’e yerleşti.

Halep Valisi Baltacı Mehmed Paşa, 1710’da yeniden sadarete geçince, Halep’te yaşayan Nâbî’yi İstanbul’a getirmeye karar verdi. Nâbî’nin İstanbul’a dönüşü, şairler arasında memnunlukla karşılandı. İstanbul’a döndükten sonra, sırasıyla Darbhâne Eminliği ile Başmukabelecilik ve Mukabele-i Süvârî mansıplarına getirildi 12 Nisan1712’de vefat etti. Kabri, Üsküdar’da Karacaahmet Mezarlığında bulunuyor.  

Türkçe ve Farsça divanlarından başka, Hayrâbâd, Hayrî-nâme, Sûrnâme, Tuhfetü’l Harameyn, Münşeât, Kırk Hadis Tercümesi, Zeyl-i Siyer-i Veysî, Fethname-i Kamaniçe gibi önemli eserler kaleme aldı.

Nabi’den içinde bulunduğumuz mevsime uygun bir gazelini sunduktan sonra bir iki kitabının içeriğine ilişkin bilgi vereceğim.

“Bahâr geldi yine deste câm alınmaz mı                                   

Bu gonceden bu havâlardan kâm alınmaz mı

 

Kalır gider mi bize ettiği bu cevr-i sitem

Sipihrden acaba intikaam alınmaz mı

 

Eder mi gûş acep andelîbin efgaanın

O goncanın deheninden kelâm alınmaz mı

 

Gurûr-i hüsn ü letâfet hitâba mâni’i ise

Ya reh-güzâra da varsak selâm alınmaz mı?

 

Nâkisedir sana şeb-gerdelik desem Nâbî                        

Acep bu sözden o mâh-ı tamâm alınmaz mı?

Nabî bir muamma ile anılır. “Bende yok sabr u sükûn sende vefâdan zerre / İki yokdan ne çıkar fikredelim bir kerre” Bilindiği gibi ''na'' olumsuzluk edatıdır isminin ilk hecesinde,''bi'' 'de aynı işlevde. Öyleyse sorar:''iki yoktan ne çıkar fikredelim bir kere'' Bu soru bizi Nâbî’ye ulaştırır. Öte yandan yok, yok olunca var kalır.

Nabî’nin Hayriname adlı kitabı Osmanlı Devleti’nin 17. yüzyıldaki siyasî durumunu ortaya koyuyor. Şairin eserdeki siyasî tahlilleri, eserin yedi yaşındaki bir çocuğa nasihat amacıyla yazılmış olduğu iddiasının çok üzerinde bir içeriğe sahip olduğunu gösteriyor. 35 bölüm ve 1660 beyitten oluşmuş.  XVII. yüzyılda yozlaşan insan ilişkileri ve kültürel durumu değerlendirmekte ve yaşadığı dönemin olumsuz yönlerini sosyo-kültürel açıdan eleştirmekte.

Nâbî’nin Sûrnâme’si  1675 yılında yazılmış. Şehzâdeler Mustafa ve Ahmed’in sünnet düğünlerinin tasvir ediliyor ve 587 beyitten oluşuyor.

Tuhfetü’l-Harameyn adlı eseri ise Hacca gidişini anlatıyor. Yazımın sonuna bir gazelini daha aktarayım:

Bir devlet içün çerha temennadan usandık

Bir vasl içün ağyara müdaradan usandık

 

Hicran çekerek zevk-i mülakatı unuttuk

Mahmur olarak lezzet-i sahpadan usandık

 

Düşdük kati çoktan heves- i devlete amma

Ol daiye-i dağdağa fermadan usandık

 

Dil gamla dahi dest ü giribandan usanmaz

Bir yar içün ağyar ile gavgadan usandık

 

Nabi ile ol afetin ahvalini naklet

Efsane-i mecnun ile Leyla'dan usandık

Tamamını açıklamaya yerim yok. Ama son beyit şöyle: “Nabi ile sevgilisi olan dilberin aşkından söz et, Mecnun ile Leyla'nın hikayesinden usandık.”