Uzun zamandır tanımadığım, ilk defa geldiğim bir kentin sokaklarında dolaşır gibiyim hangi sokağa girsem. İçimde anlatması zor ve durmadan büyüyen sıkıntı. Nereye gitsem bu iç sıkıntısı benimle geliyor. Her an kötü bir olay yaşayıp çaresiz kalacakmışız duygusu var içimde. İyice yabancılaştım yaşadığım kente. Belki de kendime. Sanki bir rüyanın içindeyim, yarı uyur yarı uyanık bir durumda sürükleniyorum.

Bazen konuşulanlar, söylenenler sadece gürültü gibi geliyor ve bizler o gürültüden anlamlar çıkarmaya çalışıyoruz. Sanki hayatlarımızın kontrolü artık bizim elimizde değil. Kendi yaşamlarımıza dahi müdahale edemiyoruz. Çoğalıyor içimizdeki karanlık.

Yaşadığım yeri algılayamıyorum. Aklımda neresi olduğunu bilmediğim başka bir kent var. Oranın sokaklarında dolaşıyorum. O sokaklara açılan kapılara, pencerelere, aşınmış taş kaldırımlara bakıyorum. Çocuk cıvıltıları dolu her yer. Köşelerde hafif eğilmiş, paslanmış, demirden elektrik direkleri oluyor. Her yerden daha sarı bu kentin sokak ışıkları. Sokakları dolduran taze ekmek kokusu umudu tazelemez mi her sabah?  İstasyonlar, otobüs terminalleri geliyor gözümün önüne. Gitmek mi, dönmek mi ya da kaçmak mı istiyorum bilmiyorum.

Akıp giden insan kalabalığını seyrediyorum ucuna iliştiğim yüksekçe bir taş duvarın köşesinden. Hiç kimse bir diğerini görmüyor. Baktıkça insanların sadece kalabalık gördüğünü, o kalabalığı var eden insanları görmediğini anlıyorum. O anda anlıyorum ki iğreti iliştiğim yalnızca o taş duvar değilmiş. Yaşamla da böyle bir ilişkim varmış benim. Oysa hepimiz buradayız, bu Dünyada, toprağın üzerinde. Yağmurlar hepimize yağmaya devam ediyor.

Desem ki; ''insan var diye yalnızlık var'' çok mu abartmış olurum? İnsan var diye yalnızlık var. Bazen birileri yalnız bırakıyor bizi.  Bazen biz varız diye oluyor yalnızlık. İçimize dönüyoruz. İçimizin uzun koridorlarına. Hepimizin kafasında farklı müzikler çalıyor. 

Bu döneme en çok yakışan isim sizce de ''kaygı çağı'' değil mi? Yüzlerce insan dile getiriyor bu durumu. Mutsuz, kaygı içinde, gelecekten umudunu kesmiş insanlar arasında yaşıyoruz. Biriken, kıpırdanan, kaynayan, taşmak üzere olan öfkeyi görüyorum. Bizi içine alacak, yutacak, karanlığa dönüştürecek girdap şu anda gözlerimize bakıyor. Girdabın gözüne bakıyoruz bizlerde.  İnsan ne kadar bakabilir ki karanlığa? Biri elimizden tutsa çekip çıkaracak o girdaptan bizleri. Öyle kolay. Öyle insani.

Birazdan sokağa atacağım kendimi. Dışarıda deli gibi esen bir rüzgar var. Sıkıca sarılacağım atkıma. İnsanların yüzlerine bakacağım.  Belki bir deniz kenarı bulurum. Belki orada bir bardak sıcak çay. Aklımda ne varsa onlarda gelecek benimle. Okuduklarım. Hissettiklerim. Yazdıklarım. Kısacası sizlerle konuşmaya devam edeceğim aklımın içinde. Belki yazarımda bir iki satır. İtirafımdır. Aslında ben tek satır yazmadım bu güne kadar. Hep konuştum sizlerle, anlattım, söyledim. Birazı şiir gibi gelebilir sizlere, birazı düz yazı. 

Birazdan sokağa atacağım kendimi. Biliyorum birazcık üşümek iyi gelecek. Birazcık susmak iyi gelecek. Muhtemeldir ki aklımdan dizeler de geçecek. Hiç ummadığım isimler düşecek aklıma. Bu yazıyı yazmaya başladığımdan beri aklımda dönen isim Zafer ekin Karabay mesela. Kendi isteğiyle 27 yaşında Dünyayı bizlere bırakıp giden Zafer Ekin Karabay.

''karşıdan karşıya geçerken
 eli bırakılan çocuklardık
 o insan kalabalığındaki
 son gülümsemesiydi annemizin
 sonra hangi tarafa geçsek karşıda kaldık!''

Ömrümüzden geçerek geliyoruz bu uzun yolu. Sonra birden bazı kavramlar netleşmeye başlıyor kafamızın içinde. Herkesin yalnız olduğunu anladığımız gibi. Ve biliyoruz ki bize dokunacak bir el var mutlaka. 

Dönüp bakıyoruz aslında hepimiz bir çocuğun rüyasıymışız. 

Çocukluğumuzdan başka hiçbir şey yok elimizde.