Ahmet Hamdi Tanpınar 1942 ara seçimlerinde CHP’den Maraş Milletvekili olmuştu. 1946 seçimlerinde tekrar aday gösterilmeyince bir süre Milli Eğitim Müfettişliği yaptı. Güzel Sanatlar Akademisinde tekrar derse girmeye başladı. 1949’da da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne döndü. Bu görevdeyken 23 Ocak 1962’de geçirdiği kalp krizi neticesinde İstanbul'da vefât etti. Rumelihisarı Âşiyân Mezarlığı'nda Yahya Kemal'in mezarının yanı başına defnedildi.
İlk romanı “Mahur Beste” 1944’te Ülkü Dergisi’nde yayınlandı. Osmanlı Devleti’nin son döneminde seçkin bir çevrenin yaşayışını sergileyen bu romanın ardandan, kendi yaşamından da izler taşıyan “Huzur” 1949’da basıldı.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler adlı romanında, Kurtuluş Savaşı öncesi ve sırasındaki İstanbul’un durumunu, orada yaşayan toplumun çeşitli katmanlarındaki insanlar üzerinden anlatmıştı.
1950’de Yeni İstanbul gazetesinde yayınlanan ancak ölümünden sonra 1973’te basılan “Sahnenin Dışındakiler” ile 1961’de basılan “Saatleri Ayarlama Enstitüsü“nde de iki uygarlık, iki değerler sistemi arasında bocalayan Türk toplumunun ironik tablosu çiziliyordu.
Şiir, roman ve yazılarının yanı sıra İstanbul, Bursa, Ankara, Erzurum ve Konya kentlerini doğal, tarihsel ve kültürel yapılarıyla anlattığı 1946’da basılan “5 Şehir” önemli eserleri arasındaydı.
Benim baş ucu kitabım “19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi” adlı kitabıydı, Ancak birinci cildi yayınlanabilmişti. Bu kitaptaki bilgileri gençlik yıllarımda satır satır öğrenmiştim. Bana Cenap Şehabettin, Tevfik Fikret, Abdülhak Hamit, Ahmet Haşim, Muallim Naci gibi kitaplarımın yazılmasına kaynak, olmuş, ilham ve cesaret vermişti.
Günlük politikaya alet edilmemesi için altmış yıl önce aramızdan ayrılan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Yaşadığım Gibi ”adlı eserinde yer alan diktatörlük, sağcılık ve solculuk ile ilgili düşüncesini aktarıyorum ki, kimileri kendilerince bir hisse alır mı? Almazsa, zaten mesele yok:
“Modern diktatörlerin büyük vasfı hâdiselerin peşinde gitmeleridir. Mussolini de öyle yaptı. En kolay tarafı, herkesin gittiği yolu tercih etti. Bir Avrupa birliğinin, bir Akdeniz federasyonunun sağlam bir uzvu olacak bir İtalya’yı kuracağı yerde eski Roma’yı diriltmek istedi. Cezayir'in harmanisi, Venedik'in tacı onu günün hakikatlerinden öbür tarafa çekti. Realiteyi bir opera dekoruna feda etti. Muzdarip milletlere el uzatacağı yerde onları bir sansar gibi boğmağı tercih etti. Bir insan sansar olabilirdi. Fakat dünya tavuk kümesi olmağa razı olamazdı.
…….
Sağcılar yalnız Türkiye, gözü kapalı, ezberde kalmış öğünmenin ötesine geçmeyen bir Türk tarihi, yalnız iç politika ve propaganda diyor. Sol, Türkiye yoktur ve olmasına da lüzum yoktur diyor; yahut benzerini söylüyor; her gün kıvırdığı, biraz daha kırılan, kendisini entité'ler içinde bir entité (kendilik) olarak alanların ortadan kalkacağı Türkiye istiyor, razı oluyor. Ben ise dünya içinde, ileriye açık, mazi ile hesabını gören bir Türkiye'nin peşindeyim. İşte memleket içindeki vaziyetim.
…….
Yine sağcılığa geliyorum. Sağcı olmak çok güç hatta imkânsız. Evvela memleketimde en cahil en budala insanlar sağcı. Yahut da aşikâr şekilde hain ve ahlaksız. Peyami Safa... Peyami Safa'dan daha iğrencine tesadüf edilir mi? Sonra devrin kendisi var. Artık garpta bile sağcıya tesadüf edilmiyor. Burjuvazi kendisini polis ve asker kuvvetiyle müdafaa ediyor. Sola gelince Yarabbi’m bizde solcu muharrir, solcu şair, genç şair, sol adam, ileri adam, zühd, hamakat, cahillik. Ve hepsinden beteri yeni dil. Devrik cümle, tarihi inkardan daha beter olan tarih bilmemek. Hiç kültürü olmamak. Ne sağcı ne solcu...”
Sevgili arkadaşlarım, bilmiyorum altmış, yetmiş yıl sonra değişen bir şey oldu mu?