Zaman akıyor, sağım solum yıkılıyor. İstanbul’da oturduğum semtte, deprem ha geldi, ha geliyor korkusuyla kentsel dönüşüm olayları bireysel çabalarla devam ediyor.

Birkaç gün içinde sağımda solumda dört apartman yıkıldı. Bugün de, koridordaki avizeden gelen şıngırtı sesleri eşliğinde yazıyorum. Kentsel dönüşüm sebebiyle, dört bina ötemizde bir apartmanın yıkımı yapılıyor. Deprem oluyormuşçasına saatlerdir evimiz sallanıyor. Konutumuzun bulunduğu cadde üzerindeki binaların, hemen hepsi bitişik nizamda yapılmış, sallantıyı bu denli hissetmemiz de bu “domino taşı etkisi” yüzünden. 

Depreme dayanıklı yeni binalar yapmak için eskisini yıkarken, saatler süren sallantıya maruz kalmak da bir parça ironi barındırıyor. Deprem fobisiyle yaşayan insanlara dönüşmüşken saatlerce sallantıyı yaşamak sinirleri epey bozuyor haliyle.  Aslında çok uzun zamandır yaşanan birçok olayla her türlü sallanıyor, üzülüyor, sinirleniyor ve derin çelişkili durumlara tanık oluyoruz.  

Saldırganlığın ve şiddetin sürekli arttığı dünyaya bakmakta zorlanıyoruz. Korku filmi seyrederken, korkunç sahnenin yaklaştığını hissettiğimiz gerilimli anlarda, eliyle gözünü kapatmak ister bazılarımız. Korku filmi seyretmeyi tercih edip sonrasında gözünü kapatmaya çalışmak da ironik tabi. Gerçek hayatımızı da korku filmi gibi parmaklarımızdan arasından bakarak, yürek ağızda yaşıyoruz. Biz gözümüzü kapatsak da açsak da olacak olan oluyor. 

Bütün dünyanın gözü önünde binlerce insan, uluslararası şiddet ve vahşetle katledildi, katledilmeye de devam ediyor. Ne acıdır ki, haber değeri dahi düşmüş, sıradan bir şey, kanıksanabilir bir şey, haline gelmiş. Çok az insan umursuyor ve hakikatin yükü altında eziliyor. İnsanlığımız sallanamıyor bile, ölmüş çoktan. 

Ramazan ayını yaşıyoruz. Dayanışmanın ve paylaşımın yaşanması gereken ramazan ayını. Katliamın ortasında çaresizliği yaşayan, her an ölümle burun buruna yaşayan insanları uzaktan seyreden Müslümanların ramazan ayını. Beş yıldızlı otellerde, lüks restoranlarda, kişi başı binlerce lira tutan iftar yemekleriyle, oruçlar tutup sevaplar kazandıklarını sananların ramazan ayını. Yine derin bir ironi ve mana yanılsaması ile karşı karşıyayız.

Tarihin en büyük ve en çetin savaşlarından birinin yaşandığı Çanakkale’de Türk tarihine büyük bir destan yazılmıştır. 18 Mart’ta, zaferin 109. yıldönümünde binlerce şehidimizi minnetle andık. Ruhları şad olsun. Birileri de çıkıp, bir tarihte; “Çanakkale’deki büyük zaferle 15 Temmuz arasında hiçbir fark yok.” demişti, anımsıyor musunuz? Ne büyük pişkinlik, arsızlık ve çelişki!.

İngmar Bergman’a sormuşlar; “gidişat çok kötü, dünya nasıl kurtulacak?”

“Utanç demiş, Bergman, dünyayı bir tek utanan insanlar kurtarabilir.” Çünkü utanmak “kibir” denilen en büyük günahın panzehiridir. Yalanın, iftiranın, hırsızlığın, pişkinliğin, arsızlığın önündeki en büyük engeldir. Başını öne eğebilen, yüzü kızaran, özür dileyebilen insanları görmeye ihtiyacımız var..

Mersin’de bir belediye otobüsünde yolculuk yapan yaşlı çiftin, baba ve oğlu tarafından ağır şekilde dövüldüğü haberini ve görüntüleri anımsayın. Vahşiliğin, kan dondurucu görüntüleriyle sarsıldık. O yaşlı çift, hastane dönüşü yaşadıkları bu korkunç olayı asla unutmayacaklar, anımsadıkça hep kahredecekler. Yaşlı çifti dövenlerden biri, bir lisenin müdürü, sözde bir eğitimci. Dayak, şiddet ve eğitim sözcükleri bir arada ne kadar da çelişkili değil mi?

Elime emanet bir anahtar verdiler, geçenlerde; “biz yokken kedimize bakabilir misin?” dediler. “Olur, tabi” dedim. Benim de bir kedim olduğu için bizim eve bırakamamışlardı. Gittikleri günün öğleden sonrasında bir mesaj yazdım kendilerine; “kediciğin, maması, suyu yeterli midir, hemen bugün gitmeli miyim,” diye. Aldığım yanıt yüreğime dokundu; “mamasını, suyunu bolca koyduk da, bir hali nicedir durumu var işte.” Yani denmişti ki; karnı tok, sırtı pek ama yalnız, ihtiyacı olan sevgi ve ilgidir. Onlar gelene dek kediciğin sevgisi bana emanetti. Sevgiden mahrum kalmamalıydı.  

Bir kediciğin yalnızlığı bile bizim yüreğimize yumru olurken, bir başkası bir zavallı kediciği dakikalarca tekmeleyerek öldürüyor. Sonra da mahkemede iyi hal indirimi alıyor. Sallanmak ne ki şiddetle sarsılıyoruz. Sevgiden mahrum kalanlar, ihmale ve istismara uğrayanlar, aynı ihmal ve istismarı, insan ya da hayvan fark etmiyor, başka canlar üstünde gerçekleştirmeye devam ediyor. Bir yanda hayvan severler, doğaseverler, insan olabilme erdeminin, başka canlara dokunabilmekten, sevmekten, koruyup kollamaktan geçtiğini bilirken, iyilikle insanca, insan gibi hareket ederken, kadına, çocuğa, hayvana; canice saldıranları da insan türü içinde saymak zorunda kalışımız da büyük bir çelişki değil midir?..

Maalesef, dünya sadece dönmüyor, şiddetle, vahşetle;  sarsılmakta ve sallanmakta yüzyıllardır..