“Bugün 23 Nisan, Neşe doluyor insan” diye başlardı o güzel şarkı…

Yarın 23 Nisan ama maalesef neşe dolmuyor, dolamıyor insan…

101 yıl geçti Türk milletine ve bağımsız Türk devletine karşı hâlâ bitmeyen bir kin ve öfke güdülüyor.

Her geçen gün yine acı bir olay yaşanıyor ve Cumhuriyet’in bağrına yeni bir hançer saplanıyor.

Duymuşsunuzdur, Mersin Çamlıyayla’da Ülkü Ocakları okullara Nutuk dağıtmak istedi.

Çamlıyayla İlçe Milli Eğitim Müdürü Mustafa Bakkal, “Padişah Vahdettin’e yönelik, ‘soysuzlaşmış, alçak’ ve dönemin Osmanlı hükümetine yönelik, ‘Aciz, haysiyetsiz ve korkak’ ifadeleri kullanılması” ve Atatürk’ün kötü örnek olduğu gibi gerekçeler göstererek Nutuk’un okullarda dağıtılmasına izin vermedi.

Şaka gibi ama Nutuk yasaklı kitap oldu…

Sakarya’da ise Sakarya İl Milli Eğitim Müdürü, Sakarya Gençlik Spor İl Müdürü, rektör ve Sakarya Müftüsü, kendini Hz. Peygamber’in (SAV) torunu olarak gösteren Iraklı Şeyh Muhammed Hüseyni’yi ziyaret ettiler ve önünde el pençe durdular.

Kendini Peygamber torunu ve şeyh olarak tanıtan bu kişinin kim olduğunu bilen yok, hangi marifeti sebebiyle itibar görüyor anlayan hiç yok.

Hatta Cübbeli Ahmet olarak tanınan Ahmet Mahmut Ünlü, bu kişiyi, sahte nikah yaparak sürekli eş değiştirmekle suçladı ve “Kaç karısı var, belli değil. Cemaati uyardım. Bir kadınla kızı kandırıp devamlı evlilikler yapmasın diye” dedi.

Nutuk çocuklar için tehlikeli bulunuyor, okullarda yasaklanıyor. Ne olduğu belirsiz bu adam, itibar görüyor, bizzat il milli eğitim müdürü karşısında el pençe divan duruyor.

101 yıl sonra geldiğimiz nokta maalesef burası…

Amerika’da 1800’lü yılların sonu ve 1900’lü yılların başında yüzlerce kölenin özgürlüğüne kavuşmasına öncülük eden insan hakları savunucusu Harriet Tubman’a karşılaştığı en büyük zorluğun ne olduğu sorulduğunda “Bir köleyi, köle olmadığına ikna etmek” cevabını vermişti.

Her şey insanın kafasında, anlayışında ve idrakinde bitiyor.

Bir insana ne kadar özgürlük verirseniz verin, ne kadar imkan sunarsanız sunun, kafasının algılayabildiği kadar özgürdür…

Siz Cumhuriyet’in imkanlarını ne kadar anlatırsanız anlatın, kafası saltanatta takılı kalan biri için hiçbir şey değişmez…

O hâlâ saltanata özenecek, Cumhuriyet’in nimetlerini anlayamayacaktır…

Kendini şeyh diye tanıtan ne olduğu belirsiz kişilerin karşısında el pençe divan durmayı özgürlük sanacaktır.

Sadece Allah’a kulluğu kabul eden Cumhuriyet vatandaşı olmak yerine birilerinin kulu olmayı, aklını birilerine teslim etmeyi marifet sayacaktır…

Kur’an-ı Kerim’in “Akletmez misiniz, düşünmez misiniz, düşünenler için ibret vardır” şeklindeki emirlerine uymak yerine, aklını şeyhine kiralamayı tercih edecektir.

İşimiz gerçekten çok zor…

*****

Büyük Ata’ya saygıyla…

Çanakkale Savaşından sonra, Avustralya ve Yeni Zelanda’da, “Çocuklarımız düşman topraklarında kaldı, ruhları huzur bulamıyor” şeklinde itirazlar dile gelmeye başladı. Çok sayıda anne, dilekçe vererek, ölülerinin bulunmasını ve topraklarına geri getirilmesini istedi.

Anzac annelerinin istediklerini yerine getirmek, fiili olarak çok zor görünüyordu. Kayıpların çok büyük kısmı, denizaltılarca batırılan gemilerde, denizde kaybolan askerlerdi. Cesetlerin bir kısmını parçalamıştı. Ancak bunları annelere söylemek mümkün değildi.

Eski işgal güçleri yetkililerine, ceset aranması ve mezarlık yapılması konusunda imkan verildi. Bazı cesetler bulundu, birkaç mezarlık yapıldı, ancak huzur sağlanamadı.

18 Mart 1934’te o zamanın şartlarında, neredeyse uzay yolculuğuna çıkmak kadar zorluklarla, bazı Anzac gazileri ve yakınları, kayıplarını anmak için Çanakkale’deki törene katıldı.

Zamanın Çanakkale Valisi, bu törende yapacağı konuşmayı, Ankara’ya bildirip onay istedi.

Dışişleri tarafından uygun bulunan metin, Atatürk’e de danışıldı. Özet olarak, Türkiye’nin, iman gücü ile düşmanları kovduğu, işgale gelenlerin denizin dibinde kaldığı, bundan sonra işgale kalkışacaklara da bir ders olması gerektiği anlatılan, hamasi bir konuşmaydı.

Atatürk, yazı hakkında hem danıştı, hem de düşündü.

Söylenenler doğruydu, gerçekti. Kimse de itiraz edemezdi. Ancak hem uluslararası nezakete uygun değildi, hem de geleneklerimizdeki “misafire davranma” şeklinden uzaktı.

Savaşı bin bir zorlukla kazandığımızı zaten herkes biliyordu. Kafalarına kakmak, düşmanlığı ve gerginliği devam ettirmek hiç de şık olmazdı.

Gelenlere ise, misafirlikten daha üst bir paye vermek, ülkemizi küçük düşürebilir, güçsüz, aciz gösterebilirdi. İlişkilerde nezaket ve acizliği karıştırmamak, bir sanattı.

Atatürk, yazıyı bir kenara kaldırdı, yenisini yazdı, Çanakkale’ye gönderdi.

“Bu memleketin topraklarında kanlarını döken kahramanlar!

Burada, dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Mehmetçiklerle yan yana koyun koyunasınız.

Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve rahat uyuyacaklardır.

Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”

Dinleyenleri allak bullak eden, gözyaşlarına boğan bu metin, yine o yılların şartlarında, zaman içinde duyulup yayıldı. Anzac anneleri, kendi çocuklarına “kahraman” diyen ve evlat kabul edip “dost” olarak hitap eden bu büyük alçak gönüllülük karşısında şaşırıp kaldı.

Sydney şehrinde bir araya geldiklerinde, mesajı ağlamaktan bir kerede hiçbiri okuyamadı. Yazı elden ele geçerek 2 saatte, 50 kezden fazla okundu, neredeyse gözyaşlarından okunmaz hale geldi.

Daha sonra cevap metni yazıp gönderdiler.

“Gelibolu topraklarında yitirdiğimiz evlatlarımızın acısını alicenap sözleriniz hafifletti, gözyaşlarımız dindi. Bir anne olarak bize güzel bir teselli verdi. Yavrularımızın sonsuz uykularında huzur içinde dinlendiklerinden hiç şüphemiz kalmadı.

Majesteleri kabul buyururlarsa, bizler de size ‘Ata’ demek istiyoruz. Çünkü yavrularımızın mezarları başında söylediğiniz sözler, ancak bir öz babanın sözleri gibi yüce.

Evlatlarımızı bir baba gibi kucaklayan Büyük Ata’ya bütün anneler adına sevgi, şükran, saygıyla…”

*****

TEBESSÜM

Öküz

Bektaşi’ye sormuşlar:

- Dünya öküzün boynuzlarının üstünde duruyormuş, ne diyorsun bu işe?

- Valla onu bilmem ama buna inanan öküzlerin olduğunu biliyorum.

*****

GÜNÜN SÖZÜ

İnsanlar başaklara benzerler, içleri boşken başları havadadır, doldukça eğilirler.

Montaigne