Ah Yunus Emre, hangi insanlık halimize timsal değilsin ki? Ne zaman ebedi yolculuğa uğurlanan birini görsem ya da mezarlıkta olsam, aklıma Yunus’un ilahisi gelir:

“Sular hep aktı geçti

Kurudu vakti geçti

Nice han, nice sultan

Tahtı bıraktı geçti

Dünya bir penceredir

Her gelen baktı geçti”

Şiire, musikiye, türlü sanata gönül veren, günler düzenleyen, yöneten arkadaşları işitsem, görsem, okusam, tebessüm ederek Yunus’u aklımdan geçiririm:

“Mal sahibi, mülk sahibi,

Hani bunun ilk sahibi?

Mal da yalan, mülk de yalan,

Var biraz da sen oyalan!..”

 Bırakalım varsın oyalansınlar.  Nihat Samı Banarlı 1959 yılında Hürriyet gazetesinde yayınladığı “Vefaya Dair” başlıklı yazısını “...Zamanımızda vefa artık manasını kaybetmiş bir lâfızdır.  O kadar ki şimdi Vefa Lisesi’nde okuyanlarla Vefa semtinde doğanlar ‘Vefalıyım’ diyebilirler. Bugün vefa mevzuunda yalnız onların sözü doğrudur.” diye bitiriyor.

Kuşkusuz ki her düşüncenin istisnaları vardır. Vefa konusunda bir istisna arayacak olursanız, şair Muammer Suzuzlu’yu örnek gösterebilirim. Argo’da sayıları çok az olan, ender kişilik sahibi kimselere “Kelaynak” diyorlar.

Muammer Susuzlu’nun şiirlerinde sıkça yer verdiği Mecnun, yüzünü Kâbe duvarına sürerek dua ederken der ki: “Temkinimi belâ-yı mahebbette kılma süst / Tâ dost ta’nedüp demeye bivefâ beni”

 Yaşadığı dönemdeki hiçbir dostu,  Susuzlu’ya vefasız diyemezdi. O Mecnun gibi bir aşk ve vefa adamıydı. Sevgide de vefada da Kârun gibi zengindi. Kimi şairin hasta yatağının başında, kiminin mezar taşının başında, kiminin en ilgiye muhtaç yaşında Muammer Susuzlu’yu orada görürdük.

Pere Palas şiir etkinliklerini takip edenlerden hayatta çok az kişi kaldı. Ama, sosyal medyadan Bakırköy’de şiir etkinliklerinin sürdürüldüğünü okuyorum. Müdavimi arkadaşların içinde bu etkinlikleri Muammer Susuzlu’nun başlattığını bilen var mı?

Bugün içimden onu anmak geldi. Hiç olmazsa ruhu “boşa çiğnemişim yalan dünyayı” demesin.

Ayağıma, elime, dimağıma çevik olduğum yıllarda, koltuğunun altına bir kitap dosya alan dostlarım bana gelir, göz gezdirmemi, bir sunuş yazısı yazmamı isterlerdi.  2008 yılıydı. Günlerce Muammer Susuzlu’nun henüz adı konulmamış şiir kitabının dosyasını karıştırıyor, şiirleri arasında geziniyordum. Belki kitabına “Orkide Çiçeğim” diyecek. Belki “Mecnun Desinler”, “Boşu Boşuna”, “Gönlümün Delisi”, “Sev Beni” adlarından birini verecekti. Belki de insan ruhunun aynası olsun diye “Gözlerin” adını verecek.  Belki de hiç birini.

Gözler, halk şairlerinin de kalem şairlerinin de en çok esin kaynaklarından biri olmuş. Nazım “Gözlerin gözlerin gözlerin, / gün gelecek gülüm, gün gelecek,  / kardeş insanlar birbirine  / senin gözlerinle bakacaklar gülüm,  / senin gözlerinle bakacaklar” diyor. Gözler üzerine en güzel şiirlerden birini Rıza Tevfik yazmış. Besteleyeni bilmiyorum ama, şarkısı da çok güzel: “Ruhumda gizli bir emel mi arar / Gözlerime bakıp dalan gözlerin / Aklıma gelmedik bilmece sorar / Beni hülyalara salan gözlerin”

Muammer Susuzlu’nun da gözlerle ilgili birçok şiiri vardı. Kiminde sevgili “Bahar Gözlü”ydü.  Kiminde “Sitemkâr gözlü”ydü.  Kimi zaman sevgilinin gözleri şairi peşinde sürüklüyor,  “Mevsimler boyunca her dem gözleyip / Çağlayıp gönlümü akan gözlerin” diye dizelere aktarıyordu.

Muammer Susuzlu’nun serbest şiirleri yanında, redif ve kafiye bütünlüğünü yakalamış olanları vardı. Zaman zaman bütünlüğün dışına çıktığı oluyordu. Bunu da “Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır” diye yorumlamak gerekir, diye düşünmüştüm. Ama şiirlerinde kurguladığı ahenk, her birinin bestelenmeye uygun olduğunu söyleyebilirim. Zaten pek çoğu da bestelenmiş ve repertuarlarda yerini almıştı. Bunun memnuniyeti, sevinci, gönül sarhoşluğu içindeydi. Bugün geriye ne kaldı? Heyhat!