Manzaranın içinde bir yerlerde, zihninde binbir işin birbirine karışmış ayrıntısıyla meşgulken, öyle durup uzun uzun düşünmüyor insan.

Sorumluluk odaklı, görevleri yerine getirmeyi düşünüyorsun sadece. Garip bir şekilde, durup düşünmeyi de pek istemiyorsun zaten, hissetmek istemediğin duygularla karşılaşmayı, erteleyebildiğin kadar ertelemeye mi çalışıyorsun nedir? Ne zaman ki hikâye sona eriyor, sizin de hikâyedeki rolünüz son buluyor. Adımınızı yavaşça atıp çerçevenin dışına çıkıyorsunuz. İyi, daha iyi görebilmeniz için, zaman, sizi o manzaranın gerisine, yavaş yavaş itiyor. Film gibi biraz da. Sizin de yer aldığınız sahneler var, artık hayatta olmayan başroller de. Seyrediyorsunuz tekrar tekrar, tek fark film değildi, hepsi gerçekti.

    “Hayat kısa, kuşlar uçuyor.” Seviyorum bu sözü, bu kadarcık işte, az söz, çok his..

     Güven duygusu anneden, güvenlik duygusu babadan gelirmiş. Yaş iyice ilerlediğinde galiba yönü değişiyor, güven duygusu da güvenlik duygusu da çocuklardan, anne babaya doğru akmaya başlıyor.

     Emin olun, zerre kadar moralinizi bozmak istemiyorum, aksine, yaşamın her koşulda yaşamaya değer bir şey olduğunu sahici bir örnekle anlatmak istiyorum. Başarabilirsem, anlatacaklarım size de iyi gelebilir. İyi gelsin istiyorum zaten. Canınızın sıkıldığı, üzüldüğünüz dert edindiğiniz bir şeyler illaki vardır. Hangimizin yok ki? Kendimizde olmasa, yakınlarımızda, dışarda, ülkede, dünyada, var da var. Hiç girmeyelim bugün oralara ne olur. Şey gibi, nasıl desem, hani çok yoğun, gerilimli uzun saatlerin sonunda bütün gerilimi birlikte yaşayıp atlattığınız biriyle, bir kahve ya da çay molası verip yarım saat nefeslenirsiniz de iyi gelir ya öyle hissedin, iyi gelsin istiyorum.

   Yaşamın değerini bilen, yaşamı son anına kadar değerlendirebilmiş, sevmekten, mutlu olmaktan vazgeçmemiş birinden söz edeceğim size. Yaşamı, dertsiz ve sorunsuz geçtiği için yaşamı sevdiğini düşünmeyin. O da kendi payına düşeni fazlasıyla almıştı. Hatta birinden öyle bir acı kalmıştı ki kırk yıl o acının sızıyla yaşamış, giderken de yanında götürmüştü. Ama ilim sahibi olmadan sahip olduğu irfanıyla, sevgisiyle, yiğitçe tutunmuştu hep hayata. Bir yığın sağlık sorunu olmasına rağmen, yüzünden tatlı gülümsemesi eksik olmazdı. Kalp yetmezliği, solunum yetmezliği, diyabet gibi sağlam sağlık sorunları vardı. 79 yaşındayken de sol tarafına felç gelmişti. O zamana kadar evinin yemeğini kendisi pişirmişti. Sonrasında mutfağını, tezgâhını ve ocağını terk etmek zorunda kaldı, artık mutfak annemin mutfağın değildi.

İnsanın kendi evinde, kendi ocağının başında, yemeğini pişirebilmesi ne büyük nimettir. Yanan ocak, devam eden yaşam demektir. Yanan ocak, sıcak bir ev demek, ışık demek, akşam olup karanlık çöktüğünde, ışığının dışardan görülmesi demektir. Anadolu’da “ocağın sönsün” diye bir beddua vardır. Ağır sözdür.  Dedem vefat ettiğinde, anneanneme çok yalvarmıştık, gelsin bizimle otursun diye, gelmemişti. “Dedenizin ışığını söndürmeyeceğim ölene dek” demişti. Sönen ocak, biten hayat, kapanan bir daha açılmayan kapılar demekti çünkü.

Annem de mutfaktaki ocağını kendisi yakamıyordu artık ama ışığı henüz sönmemişti, felç bile annemin moralini bozamamıştı. Yanında olmamızdan bakımıyla, tedavisiyle ilgileniyor olmamızdan son derece mutluydu. Durup durup “benim çocuklarım dünyada bir tane” diyordu. Nazlı, mızmız biri değildi. İsteklerini, düşüncelerini tahmin etmemizi, anlamamızı beklemezdi. Neye ihtiyacı varsa ister, ne düşünüyorsa söylerdi. Dışarı çıkmak istediğinde “parka gidelim” diyordu. Tekerlekli sandalyesine oturtuyor, oksijen makinesinden, oksijen tüpüne geçiriyor, tüpü sandalyesinin arkasına asıp, haydi, parka gidiyorduk. Açık hava, yeşil alan, çocuk sesleri iyi geliyordu ona, bisiklet süren, patenle kayan çocukları seyrediyor keyifleniyordu. Çocukları ve çiçekleri çok severdi zaten. Oksijenini tüpten alan, tekerlekli sandalyesinde musmutlu oturan birini daha önce gördünüz mü bilmiyorum ama annem öyle biriydi, her koşulda yaşamaktan keyif alıyordu. Düz yollarda tekerlekli sandalyesini süratle ittiğimizde gülüyor, çocuk gibi eğleniyordu. Ölümü takmıyordu kafasına, son ana kadar yaşamın peşindeydi. Nasılsa ölünecekti. Korku içinde depresif bir halle ölümü beklemeye gerek yoktu. Şu an, ağacın yeşilini görebiliyor, çocuk gülüşlerini duyabiliyordu ya mühim olan buydu. Hayat her şeye rağmen güzeldi, yaşamaya değerdi.

Hayatı boyunca küpe ve alyans hariç doğru dürüst takı takmayan kadın, incik boncuk, bilezik takmaya başlamıştı. Bir akşam fenalaşmıştı, ambulans çağırmıştık. Kolunu işaret etti, boncuklu bilekliklerini çıkarmamı istedi ve dedi ki; “bunları da seviyorum ama hemşireler; ‘teyze ölüp gidiyor hâlâ incik boncukla uğraşıyor’  diye benimle alay ederler” dedi, güldü zorlukla, “etmezler” dedim ama çıkardım.

Babam, annem gibi değildi. Güven ve sevgi duygusundan mahrum büyümüş biriydi. Anneme felç geldikten sonra morali çok bozuldu. Annemden alıyormuş yaşama gücünü meğer. Belli ki kendi içinde dizini çok dövmüş bir süre,  sonra, gitmeyi düşünmeye başlamış. Annemden önce gitmeyi, arkaya kalmamayı. Öyle de oldu nitekim, annemden dokuz ay evvel gitti. Babam güven ve güvenlik duygusunu annemden alıyormuş meğer.

“2018’ in anneler günü” birlikte yaşadığımız son anneler günüydü, benim çocuk olarak onun anne olarak. Hiç keyfim yoktu, işler yolunda değildi, durum git gide zorlaşıyordu. Dışarı çıktım. Evlerinin en yakınındaki, yıllarca, babamla birlikte adımladıkları caddede yürüdüm. Onların ayak izleri üzerinden yürüdüğümü hayal ederek ağır ağır ilerledim. Ne alacaktım ki, hangi dükkana girecektim, neyi seçecektim? Gönlünü almak, sevindirmek de istiyordum. Ayakkabı, çanta ya da ipek bir eşarp mı, hiçbirini alamazdım. Hasta insanlara en çok çiçek ve pijama takımı alınır. O kadar uzun zamandır hastaydı ki çok pijaması ve çok çiçeği vardı. Böyle tatsız, dalgın epey yürüdüm. Bir mağazaya girdim, nevresim takımlarına baktım. Birini beğendim, aldım getirdim. “Bak, sana hediye aldım,” dedim, “Ne aldın?” dedi, maskesinin altından, “açalım” dedim. Açtım, “pek güzelmiş, hem çiçekli hem kuşlu,” dedi. Beyaz zemin üzerinde, adı gibi pembe çiçekler, incecik çiçek dallarına konmuş kuş figürleri vardı. “Bunu, yıkadıktan sonra kullanalım” dedim. “Olmaz, şimdi geçir yorganıma” dedi. Fazla zamanı kalmadığını hissediyordu sanırım. Uzatmadım, “tamam” dedim. Yalnızca bir hafta kullanabildi. Sonrası yoğun bakım… “Hayat kısa, kuşlar uçuyor,” diyorlar ya, kuşlar, nevresimdeki incecik dallarda hâlâ duruyor, o uçtu gitti..