Atatürk büyük bir siyasetçiydi. Birçok milletin, hesapsız akan kanlar pahasına kazandığı zaferlere rağmen; dar görüşlü politikacılar tarafından nasıl felâkete sürüklendiklerini biliyordu.

Genç yaşta ikinci defa tahta geçen Fatih, kendini fikir ve siyaset açısından hazırlamıştı. Dünya tarihi hakkında bilgi sahibiydi. Özel hayatında ve konuşmalarında bir fikir adamı niteliklerini taşıyordu. İyi düşünüyor, danışıyor, tartışıyordu. Eleştiriye hoşgörü gösteriyordu.

Fatih bilginleri, sanatkârları korumak, onlara saygı göstermek açısından atalarından ileri gitmişti. İstanbul’a dünyanın dört bir yanından sanatkârlar toplamıştı.

Cumhuriyet kurulduktan sonra devrin bütün yazarları, sanatkârları Atatürk’ün etrafında, geniş ışıklı bir halka oluşturmuşlardı. “Efendiler, Cumhurbaşkanı dahi olabilirsiniz, ancak sanatkâr olamazsınız” sözleri, Atatürk’ün sanatkârlara verdiği önemin bir anlatımıydı. Aydınlar ve sanatkârlar, Atatürk’ün devrimlerinin ulusça benimsenmesinde, uyandırmış olduğu efsanenin etkisinin yayılmasında büyük rol oynamışlardı.

Fatih, dönemin askerlik ve teknik ilimleriyle de ayrıca kişisel olarak ilgileniyor ve bundan zevk alıyordu. Fikir adamı sıfatı ile üstün olan padişah, iş adamı sıfatıyla da gerekli olan becerilerin tümüne sahipti. Tedbirli, sabırlı, iradeli, yerine göre atılgan ve cesur, uzağı görür, devlet işlerinde yapıca, örgütçü, savaşta üstün komutan ve kahramandı.

Atatürk, vatan savunması için silahı eline aldığı, emir ve komuta mevkiine geçtiği günden beri yenilmemiş bir askerdi. Bütün ülke yenilgiye düştüğü anlarda, o sürekli galip gelmenin sırrını bulmuştu. O bir iyileştiriciydi. Müslüman dünyayı çeşitli derecelerde tutsaklığa uğratan zincirleri keşfetti. Onları birer birer koparttı. Yol göstericiydi. Yönetimde, politikada, sosyal hayatta, sanatta, zevkte en güzel kuralları koydu, gösterdi Dilimizi ulusumuza tekrar kazandırdı.

O’nun sesi, gelecek kuşaklara örnek oldu. O ses, sağlam bir mantığa dayalı, yalınlık, yücelik, perdesi uzaklık ve derinlik veren, içten gelen bir sesti.

Fatih’in din anlayışı tutuculuktan uzaktı. Din ve milleti ayırmamış, bütün halkına aynı şefkat ve adaleti göstermişti. Zekâsı, zarafeti, hatta kerametleri çeşitli fıkralarla anlatılıyordu.

Aynı özellikleri Atatürk’te de görmekteyiz. Atatürk’ün devrimlerinin en önemlilerinden biri din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması ve inanç özgürlüğüydü. Bir başka anlatımla Cumhuriyetin temel ilkesi laiklikti. Atatürk ırk, dil, din, mezhep ayrımı yapmaksızın “Ne mutlu Türküm diyene” demişti. Osmanlı tarihini iyi biliyordu. Padişah ve vezirler hakkında ayrı ayrı hüküm ve fikir sahibiydi. En çok takdir ettiği padişahlar arasında Yıldırım, Fatih, Yavuz ve Üçüncü Selim vardı.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: 19 Mayıs – 29 Mayıs kesişmesinde, Türkiye Cumhuriyetine giden çizgi ile İstanbul’un fethine giden çizginin birleşmesi dışında, Fatih Sultan Mehmet ile Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün birçok yönlerinin de kesiştiğini saptamak mümkündür.

Bir şiirimde söz ettiğim gibi önemli olan Fatih’i de Atatür’ü de yaşatmak olmalı:

 “Geçmişim geleceğimin rehberi;

Soylu ırkım gururumdur.

Baktıkça yüce tarihime!

Onurunun hazzını yaşayarak

Nice kahramanları görürüm, nice önderi,

Zaferleri ile destanlar yazdırmış,

Devirler açıp, kapayarak devirleri,

Adını anıtlara yazdırmış...

 

Atam!

Ulusumun kara bağrına,

Karabasanlar gibi çöken

Kara bahtını aklayışındır

Senin en kutlu zaferin! ..

Öyle bir zafer ki kuşkusuz,

Varlığımız senin eserin.

Sana sen deyişim, içtenliğimdendir katkısız,

Sana sen deyişim sevgimden!

Mete sensin, Bilge sensin, Selçuk sen.

Ceddim sende özleşmiş.

 

Sen günlere haftalara sığmazsın,

Sen ne ekimsin, ne kasım,

Ne nisansın, ne mayıssın.

Ne ağlama duvarımsın, ne yasım.

Hayatsın sürecek kuşaklar boyu...

Görevim değil seni anmak.

Görevim değil ardından gözyaşı akıtmak.

Seni yaşıyorum Atam,

Ülküm seni yaşatmak...”