Bugün ve yarınki yazılarımı Adalardan gönlümüze dolan bir şarkının hikâyesine ayırdım. Daha doğrusu bu hikâyeyi geçen ay Altunizade Kültür Merkezi'nde anlatmıştım:

Kendine özgü sessizliği, dinginliği, huzur vericiliğinden mimarisine kadar; sâkinlerinin hal ve tutumlarından esnafının tavır ve davranışlarına kadar; faytonlarından tertemiz deniz ve orman kokulu havasına kadar İstanbul'a benzemez adalar...

Söz biter de, Adalar'ın güzellikleri bitmez. Hangi birinden söz açacağınızı,  hangisinden dem vuracağınızı şaşırırsınız.

Kimileri adaya günübirlik gelir. Vapurda çaylarını içer, martılara simit atar, bir kır gezintisine çıkar. Mis gibi deniz ve ada havasını ciğerlerine çeker.  Sahildeki balık lokantalarından dünyalık hisselerini almazlarsa, Ada'ya gelmiş sayılmazlar...

Adalara günü birlik gelenler, modern şehir hayatında yürümeyi unutan bacaklarını, adaların eşsiz güzellikteki manzaralarını seyrede seyrede yorarlar.  Adanın yeşillikleri arasında bir fırça darbesi ile sürülmüş gibi boy atan erguvanların seyrine doyulmaz.

Yüz yıl öncesinde de ilkbahar gelince, birer ikişer valizle insanlar adalara gelmeye başlardı. Tatillerini geçirmek için köşklerine, evlerine yerleşirlerdi. Gezer, denize girer, akşam çarşıya çıkar, yer ve içerlerdi doyasıya.

Onlar gelince ada bir anda on binlere ulaşır. Kışlıkçı esnaf bayram eder. Ermenisiydi, Türküydü, Kürdüydü bir sürü insancık... Yazlıkçılar gayrimüslim, esnaf Müslüman'dı.

O yıl adaya ilk gelen yazlıkçılardan biri Şadiye'nin ailesiydi. Adanın mimozaları sırasını savmış güzellik nöbeti erguvanlara geçmişti ki, çıka geldiler. Faytoncular koştular iskeleye. Bavulları taşımaya yardım ettiler.

Deh dedi faytoncu. Tıkı tak tıkı tak atlar yokuşu tırmanıp, köşke yol aldı.. Şadiye'yi bekleyen biri vardı. Adı Suat.

Yazlık sezonu bitmek üzereyken birkaç kez konuşmuşlardı. Önceleri sıradan bir dikkat çekme mi, hafif bir ilgi mi yoksa kalplerinde bir kıvılcım mı pek bir şey anlamadılar

Ama, kış sezonu boyunca çoğu kez bir birlerinin aklına geldiler, merak rüzgarı zaman zaman kafalarındaki kavak yellerini dalgalandırdı. Suat'ta ki merak, giderek özleyişe, bekleyişe dönmüştü.

Şadiye'nin babası, Kapalıçarşı'nın ünlü tüccarlarından biriydi. Suat'a  bugün kazanır, bugün yer kendi halinde küçük bir esnaf diyebilirsiniz.

" Uzatmayalım hikâyeti  / Vermeyelim zahmeti  / Derelerden sel gibi  / Tepelerden yel gibi / Bade-i ser ser gibi / At ayağı külünk olur / Âşık dili yüğrük olur, / Tez vurur tez yetirir / Menziline tez götürür..." diyerek çokça sözü bir yana bırakıp işin özüne gelelim.

Film değil gerçek bu... Şadiye zengin bir ailenin kızı...  Suat ise fakir bir genç.  Aşk bu. Aşk geldi mi, davul dengi dengine kuralı zinhar geçmez.  Bir yıl önceden başlayan ilgi, bu yıl tutkuya dönüştü. Yolda, belde, plajda göz göze geldiler. Diz dize yaklaştılar. Bir zaman geçtikten sonra da el ele tutuşlar başladı.

Ada akşamlarının güzelliğini birlikte yaşamaya başladılar. Birlikte mehtaba daldılar. Sandallardan akseden saz seslerini dinlediler. Kendileri de bu şarkılara sesleriyle, nefesleriyle ve yürekleriyle katıldılar

Ah o şarkılar... Her biri aşk temasının kanatları altında, Ada sahillerinde bekleyen, sevdiğinin yollarını gözleyen âşığın duygularına ayna olan şarkılar...

Bazen adalardan gelen yârin gözlerinden aşka gelinir, adanın ıssız tenha yollarından dem vurulup, yârin boynunda kalan kollardan söz açılır bu şarkılarda...

Şadiye ve Suat, Heybeli'de her gece mehtaba çıkılan, sandalların neş'e dolup zevke dalındığı, saz seslerinin sahile aksettiği ve etrafın şarkı gazellerle yandığı zamanlar hiç bitmesin isterlerdi...

Mehtabı karşılarına alıp sessizce  bakışırlardı. Yakamoz bir farklıydı adada. Boğaz'dan bile güzeldi. Ay daha güzel yansırdı denize. Sanki daha parlaktı. O yıllarda, adalar, neş'e, keyif, eğlence, zevk, sürur, ve mutluluk renkli duyguların yaşandığı yerlerdi.

Yarın kaldığımız yerden devam edeceğiz.