Hayat içinde binlerce öyküye can vererek akıp gidiyor. Bilmediğimiz, duyunca içimizi yakan öyküler ya da hayatlardan birinden söz edeceğim size. Kas erimesi; DMD (Duchene Muscular Distrofi) berbat kalıtsal bir hastalıktır ve tedavisi yoktur. Çocuklarda hareket kaybıyla fark edilir. Hastalar yirmili yaşlarının başlangıcına kadar yaşayabilir. Zaman içinde hastalar yavaş yavaş  hareket yeteneklerinin tamamını yitirirler. Çoğu hasta yutkunma yeteneği yok olduğu için kendi tükürüklerinde boğularak ölür. Tedavisi yoktur bu hastalığın ama anne karnına düşmüş çocuktan alınan parça ile yapılan  DNA analiziyle çocuğun hasta olup olmayacağı öğrenilip alınan sonuca göre hareket edilebiliyor.

Aileler içinde bu hastalığın ortaya çıkışı psikolojik olarak yıkımdır. Tekrar çocuk sahibi olmaktan korkarlar. Yirmili yaşlarda öleceğini bildikleri bir çocukları vardır; ömrünün büyük kısmını hareketsiz geçirecek, bakıma muhtaç bir çocuk.

Dinlediğim öykü yedi yaşında bir çocuğun öyküsü. Doktoruna kontrole giderken her seferinde baştan ayağa siyah giyinen bir çocuk. Bir gün doktoruna rengarenk giyinerek gider. Doktoru çok sevinir. Çok güzel olmuş der ve sorar;

-Artık böyle mi giyineceksin?

-Evet; çok mutluyum. Annem hamileymiş; ben ölünce artık yalnız kalmayacaklar.

Şu sizlere birkaç satırda anlattığım kısacık öyküyü duyduğumda birden her şey durdu. Sokaklar, saatler, arabalar, kuşlar, insanlar durdu. Dondurulmuş bir film sahnesinde gibiydim. Yedi yaşında bir çocuğun, öleceğini bilen bir çocuğun aklından geçenler Dünya üzerinde ne varsa hepsinin önemini sıfırladı. Kaç gündür aklımda dönüp duruyor, kaç gün önce yazmaya karar verdim ama bilgisayarın ekranına saatlerdir boş boş bakıyorum.

Yirmi sene kadar önce; yedi yaşındayken kendisi ölünce annesi ve babasının yalnız kalacağından endişelenen ve öleceğini bilen o çocuk muhtemeldir ki aramızdan ayrıldı. Artık o evde değil. Belki o ev de yok. Belki anne ve baba da. Belki doğan çocuk sağlıklı doğdu ve abisi o evin duvarında bir fotoğraf olarak kaldı. En çok annenin dönüp dönüp baktığı, babanın  gizli gizli  gözlerinin değdiği  bir fotoğraf.

Akıp gidiyor hayat. Dokunduğu ne varsa öyküler, anılar, sevinçler, acılar yaratarak akıp gidiyor. Hiçbir şeyin sahibi değiliz. Tanpınar’ın söylediği gibi tıpkı;

                                ‘’Ne içindeyim zamanın

                                  Ne de büsbütün dışında

                                  Yekpare geniş bir anın

                                  Parçalanmaz akışında’’

Otobüslerde, vapurlarda yanınızda oturanların hepsinin akıllarında taşıdıkları, hücrelerine sinmiş yaşanmışlıkları, öyküleri  var. Eskicilerde, sahaflarda kutulara atılmış fotoğrafların öyküleri var. Okunmuş kitapların, dinlenmiş plakların elimizin değdiği, gözümüzün gördüğü ne varsa bize bir şeyler anlatıyor. Ya da onlar sessizce dururken bizler yakıştırıyoruz, yeni birer hayat öyküsü yaratıyoruz onlara.

Ama yedi yaşında siyah giyinen ve öleceğini bilen bir çocuğun gerçeği karşımıza çıkınca hiç bir şeyin önemi kalmıyor. Sadece hayatın paslanmaya devam eden çivilerinden biri daha gömülüyor etimize. Zaman zaman  anımsatmak için bu kısacık öyküyü. Parmaklarımız o paslı çivinin üzerinde gezinmeye başlıyor ummadığımız anlarda.

Şimdi sizlere basit bir soru; bu öyküyü anlatan doktorun gövdesinde sizce kaç paslı çivi vardır?