Her Mart ayının 14’ünde Tıp Bayramı’nı kutluyoruz. Tıp alanından çalışanların hizmet sorunlarının tartışıldığı, bilime katkılarının ödüllendirildiği bir anma ve kutlama günü olması gerekir. Ama böyle olmuyor, dersem siyasete girerim. Bu benim işim değil. Tıp Bayramı’nda genelde başrol oyuncuları doktorlar oluyor. Elbette hakları inkâr edilmez. Ama, hemşireleri de ayrı tutmayıp, 1900’lerin başınagidelim:

Safiye Hüseyin, 1911 yılında açılan hemşirelik kursundan ilk mezun olan hemşireler içinde yer almıştı. Yaptığı hizmetler ve gösterdiği üstün çabayla Türkiye’nin ilk hemşiresi olarak anıldı. Balkan Savaşları’nda hemşirelik yaptığı için Çanakkale’de yaralanan askerlerin tedavisi için hazırlanan Reşit Paşa Vapuru’nda başhemşire olarak görevlendirilmişti. Vapur, yaralılara ilk müdahaleyi yaptıktan sonra İstanbul’a gidiyor ve yaralıları hastanelere aktarıp, mühimmat ve erzak ile tekrar cepheye dönüyordu. Görevi sırasında Türk askerleri kadar yaralanan yabancı askerlerin de tedavisi yapılıyordu. Safiye Hüseyin bir anısında şunları anlatmıştı:

Bir gün bir İngiliz yaralısı bulduk, gemiye getirdik. Zavallı çiçek gibi bir delikanlıydı. Başından aldığı bir yara ile gözlerini kaybetmişti. Gözlerinin üstüne siyah uzun bir sargı sarmıştık. Ağzına damla damla su akıttık. Yaralıların sayıkladıkları en tesirli kelimelerden biri de budur: ’Su’. Hiçbir ağır yaralının susuz ölmemesine son derce dikkat ederdik. Bir İngiliz yaralısının da ağzına su akıttık. Çok üzgündü, İngilizce mütemadiyen ’öleceğim’diyor, arkasından nişanlısının ismini söylüyordu. Ölüm halinde bulunan adama son vazifemi düşündüm. Ve onun düşman askeri olduğunu bir an için aklıma getirmeyerek kendisini İngilizce, kendi ana dili ile teselli ettim. Katiyen ölmeyeceksin, yaşayacaksın. Bütün bu korkulu günler geçecek. İyi olup memleketine gideceksin, nişanlına kavuşacaksın. Bu İngilizce teselli onun öyle hoşuna gitti ki, bir müddet sonra yüzünde müsterih, hatta memnun çizgiler peydahlandı ve öldü.

Safiye Hüseyin’in bir başka anısı şöyle:

“Yine bir gün yaralıları aldık dönüyorduk. Etrafımızda müthiş gürlemeler oldu dehşetli gülle yağmurunun altında kaldık. Reşit Paşa’nın
sağına soluna gülleler yağıyordu, o zaman anladık ki bize ateş ediyorlar. Attıkları gülle bize o derece yakın düşüyordu ki tasavvur edemezsiniz. Yaralı gaziler vapurlara taşınırken... Fakat bütün bu tehlikelere rağmen korkmak için vaktimiz olmadı. Çünkü hastalar bizi bekliyorlardı. Ameliyat edecek, yaraları sarılacak yüzlerce hasta vardı. Bunlardan biz kendimiz için korkacak vakit bulamıyorduk. Bundan sonra düşman adet edinmişti. Ne zaman Reşit Paşa vapurunu görseler tepemize İngiliz işaretli bir tayyare dikiliyor, düşman topçusuna bizim bulunduğumuz yeri işaret ediyor. Bundan sonra o dehşetli gülle yağmuru başlıyordu. Her defasında ölüm tehlikesi geçiriyorduk. Hele bir keresinde müthiş bir bombardımana tutulmuştuk. İstanbul’a ”Reşit Paşa vapuru battı“ diye haberler gitmiş. İstanbul’a döndük ki, herkes vapur batmış zannediyordu. Akrabam matem içinde, İstanbul’a adeta ahretten döner gibi döndüm. Hayatımda işte böyle bir ahretten döner gibi döndüm. Hayatımda işte böyle bir ahretten dönüş faslı vardır.”

Safiye Hüseyin, Kurtuluş Savaşı’nın ardından hayatını hemşireliğe adamış, ömrünün geri kalanını hemşirelikle ilgili yazılar ve konferanslar vererek geçirmişti. Safiye Hüseyin, 1964 yılında 83 yaşında hayata gözlerini yumdu.