“Bazâ bazâ her ançi hesti bazâ

Ger kâfir-ü gebr-u putperesti bazâ

İn dergeh-i ma dergeh-i nevmidî nist

Sad bar eger tevbe şikesti bazâ...”

Mevlânâ’ya  ait olup olmadığı hala tartışılan ünlü rubai, XIII. yüzyılda, Anadolu'daki etnik mozayiği teşkil eden bütün unsurlara yönelik. Kaldı kı Mevlânâ’ya da yakışıyor.

“Yine gel, yine gel, her ne olursan ol, yine gel! Kafir isen de, Mecusi isen de, Putperest isen de yine gel! Bizim dergâhımız ümitsizlik dergahı değildir. Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel!...”

“Her ne olursan ol, yine gel!” diyerek hoşgörü ve sevginin zirvesinden, bütün insanlara seslenen, onlara doğru yolu gösteren bilgeler bilgesidir Mevlânâ Celâleddin Rumî...

İran’ın ünlü şairlerinden Abdurrahman Molla Camî, Mevlânâ için şöyle diyor:

“Men çi guyem vasf-ı an cenab

Nist peygamber veli dared kitab...”

Günümüz Türkçe’si şöyle: “O yüce bilgenin  niteliği hakkında ben ne söyleyeyim? Peygamber değildir ama, kitabı vardır.”  Molla Camî, Konya’ya gelirken şehre beş saat kala bir uzaklıkta atından inermiş. Pabuçlarını çıkarıp koltuğunun altına alarak Mevlânâ’nın huzuruna yalın ayak gelirmiş. Türbe ziyaretinden sonra, beş saat uzaklıkta  bir köye gidip orada gecelermiş. Sebebini soranlara: “Mevlânâ’nın kabri bulunan bir yerde ben ayaklarımı uzatıp yatamam!” dermiş.

Aynı nedenle, Pakistan’ın millî şairi Muhammed İkbal’in uçağı Türkiye semâlarını terk edinceye kadar koltuğuna oturmadığı bilinir.

Şimdi, Yaman Dede’nin  şiirinin bir bölümü ile Nay’dan Mevlânâ’ya ulaşıyoruz:

“İçi boş, benzi sararmış ona aşıktır maya,

Derd-i hicran ile inler, eder âh Leylâ’ya.

Arzeder hıçkırarak aşkını hep Mevlâya,

Bak neler söyletiyor Hazreti Mevlânâ’ya?

Bu ne aşkın, bu ne derdin, bu ne mestin sesidir?

Bu ne tizin, bu ne evcin, bu ne pestin sesidir,

Bu ezelden geliyor, Bezm-i eletsin sesidir;

Bak neler söyletiyor Hazreti Mevlânâ’ya?

Bu yüce nağme nedir, ah-ı mealin mi senin,

Nefesin mi, ya sesin mi, ya Cemâlin mi senin?

İnleten nay-ı firakın mı, visalin mi senin?

Bak neler söyletiyor Hazreti Mevlânâ’ya?”

Mevlânâ…  Yüzyıllar  ötesinden, insanlık yolunu aydınlatan nur!

Mevlânâ.. Sınırlarımızı aşarak, doğudan batıya, kuzeyden güneye bütün bilim dünyasını kaplayan ışık.  İlâhi aşk dalgası sönmeyen köpüklerinde her devrin aşıklarının gönüllerini yıkayan arıtan..

Mevlânâ..

“Hangi dersi hikmetin dânası Mevlânâ değil

Hangi aşk Sinâ’sının Musa’sı  Mevlânâ değil

Hangi Mecnun ki onun Leylâ’sı  Mevlânâ değil

‘Kangı âşıktır o kim Mevlâsı Mevlânâ değil?”

Soylu bir aileye mensup olan Mevlânâ Celâleddin Rumî, 1207 yılında Horasan’ın Belh kentinde doğdu.  Bilginler sultanı Bahaeddin Veled bin Hüseyin bin Habib’in oğluydu.  Ailesiyle Erzincan, Sivas, Kayseri, Aksaray ve Niğde’de bir süre kaldıktan sonra Karaman’a yerleşti. Burada Gevher Hatun’la evlendi.

Oğlu Mehmet Bahaeddin ile Alaeddin Mehmet dünyaya geldi. Selçuklu hükümdarı Alâeddin Keykubat’ın daveti üzerine Konya’ya yerleştiler. Tirmizli Seyit Burhanettin’den eğitim aldı.  Bir süre Halep ve Şam’a gitti. Dönünce müderrislik ve müftülük gibi görevlerde bulundu. İslâmî ilimlerle birlikte, bütün ilim dallarıyla da ilgileniyordu.

Gerçek dosta özlem duyduğu günlerden bir gün, yüce kişiliğini belli etmeden halk arasında dolaşan Tebrizli Şems’le karşılaştı. Aralarında kurulan dostluk, kısa zamanda ilerledi. Şemsettin Muhammed, Tebrizli bir Türk’tü.  Zamanın bütün bilgilerini bilmekte, din ve felsefe akımlarını yakından izlemekteydi.

Sevgili okurlarım Mevlânâ konusuna birkaç gün devam edeceğim. Yarın Mevlânâ’nın ruh dünyasına Şemsi Perende’nin girişini yazacağım.