Yaşar Kemal, yazıya aktardığı bu söylencede, Karacaoğlan'ı "Karaca" diye adlandırmıştır. Söylence şöyle özetlenebilir:

Karaca'nın yolu, göçmekte olan bir Türkmen obasına uğramış. Bu obadan Deli Hüseyin'le dost olmuş. Bey kızının çökmüş inatçı devesini, sazının ve sözünün büyülü gücüyle kaldırmayı başarmış. Bu olaydan sonra beyin kızı Elif, Karaca'ya vurulmuş. Bey, kızının bir işsiz güçsüz, başıbozuk âşıkla seviştiğini öğrenince, küplere binmiş. Adamlarından Karaca'ya kötülük yapmalarını istemiş. Ama oba halkı Karaca'yı korumuş ve gizlemiş. Karaca ile Elif birbirlerini çok seviyor, gizli gizli buluşuyorlarmış. Sonra kaçmaya karar vermişler. Küçük Alioğullarından bir Türkmen beyine sığınmışlar. Türkmen beyi iyi bir insanmış, iki sevdâlıyı evlendirerek, balarında onlara yer ve yurt vermiş.

Karaca, çevre yerleşim yerlerine gidiyor, saz çalıyor, türkü söylüyor, geçimini sağlıyormuş. Günün birinde bir düğünde saz çalarken sazının teli Kopmuş. Bu iyiye işaret değilmiş. İçine bir ateş düşmüş, orada duracak hâli kalmamış. Dur durak dinlemeden yola düşmüş. Konduğu obasına ve çadırına dönmüş; bir de ne görsün; beyin yeğeni Halil, Elif'in koynuna girmiş, Karaca'nın geldiğinden habersiz uyumaktaymışlar. Karaca'nın gözlerinden yaşlar süzülmüş. Uyuyanların üstlerine abasını örtmüş, çıkıp, gitmiş. Bir daha da bir yerde görünmemiş.

Karaca'yı, gönül dostu Deli Hüseyin, her yerde aramış; onun bir mağaraya girdiğini ve orada yittiğini söylüyorlarmış. Zaman zaman mağaradan çıktığı, ortalıkta görüldüğü söylentileri de duyuluyormuş. Bir gün Deli Hüseyin Sivas taraflarında bir yerde, Han Mahmut adında bir âşığın suda boğulduğunu, cesetleri birbirine sarılı olan âşıkları Karaca'nın bir türkü ile dirilttiğini işitmiş. Deli Hüseyin yollara düşmüş, olayın geçtiği yerleri dolaşmış ama Karaca'yı bulamamış; dost yolunda ölmüş gitmiş.

Bu olayın üzerinden yıllar geçmiş. Öte yandan, Elif artık ölüm döşeğine düşmüş. Günlerden bir gün, bir çerçiden Karaca'nın yaşadığı haberini almış, sevinmiş; hemen çerçiyi Karaca'ya göndermiş. Ölmeden önce Karaca'yı görmek,  Bey'in yeğeni Halil'le aralarında geçen olayın aslını anlatmak istiyormuş. Çünkü Elif'in hiç suçu yokmuş. O, şımarık, azgın bey yeğeninin şantajına boyun eğmek zorunda kalmış. Meğer Halil, Elif'i baştan çıkarmak için etmediğini koymamış; sonunda isteğine erişemeyince,  kadına, "Bir şartla senden soğurum. Bir gece varır, senin yanında, sana dokunmadan yatarım. Sana elimi bile sürmem," demiş. Elif de başka çâresi kalmayınca, buna râzı olmuşmuş.

Karacaoğlan her şeyin aslını öğrenmiş. Elif'i bulmak için yola çıkmış; aramış, araştırmış, bulamamış. Sonra bir gün ona bir mezarlığı göstermişler.  Gençlerin yardımıyla Karacaoğlan mezarlığa varmış. Yeni bir dut fidanı dikilen Elif'in mezarının başına oturmuş. Sazını göğsüne bastırarak söylemeye başlamış:

Şu yalan dünyaya geldim geleli
Tas tas içtim ağuları sağ iken

Sonra sazını dut fidanına asmış. Bu sazın kıyâmete kadar burada kalmasını istemiş. Oraya yığılıp kalmış. Karacaoğlan'ı Elifin yattığı tepenin karşısına gömmüşler. Derler ki, her yıl ilkbaharda, o tepenin üstünde biri yeşil, biri mavi iki ışık yükselir, gökyüzünde birleşir. Karacaoğlan'la Elif'in sevgileridir bunlar...

Saza gelince, o saz da yıllarca orada asılı kalmış; çürümüş, yenisini yapıp asmışlar. Dut ağacı yaşlanmış, yıkılmış; yeni bir dut fidanı dikmişler. Yüzyıllardır, yel estikçe Karacaoğlan'ın sazı kendi kendisine ötüp durmuş.

Karacaoğlan'a ilişkin başka söylencelerin özetini kitabımızda bulmam mümkündür.

Öykülerdeki ortak motiflerinden biri de "kayıplara karışma"dır. Kimi anlatımlarda bu mağara, çeşitli yerlerde olduğu iddia edilen "Kırklar Mağarası", kiminde ise Tarsus'ta bulunan "Eshâb-ı Kehf Mağarası"dır. Söylencelerden birinde, Karacaoğlan "geyikler"e karışmıştır.