Zaman zaman anlattığım Kazdağı türküleriyle  kabak tadı verdiğimin farkındayım. Bu haftadan sonra bir süre ara vereceğim. 

Of'lu Hoca bir gün kabağın cennet meyvesi olduğundan ve kabak yemeğinin faziletlerinden bahseder. Bu vaazdan sonra hocaya her gün kabak yemeği gelmeye başlar. Öğle kabak, akşam kabak. Hoca, kabak yemekten bıkar. O kadar bıkar ki bir gün ezanı şöyle okur:  "Eşhedü En Lailahe İllallah.Sabah kabak, akşam kabak bezdik ya Resullallah" 

Cemaat toplanıp hocaya gider. Derler ki: "Hoca sen ne yaptın, sen bize kabağın faziletinden bahsetmedin mi?Bizim yaptığımız sana iyilik olsun diyedir.Hiç cennet taamından bıkılır mı? Sana kabak yemeği getirmekle hem sen, hem de biz sevap kazanıyorduk. " 

Hoca kendini söyle savunur: "Ula uşaklar, kabak cennet taamıdır dedik ama bu fakir fukara taamıdır.Haci hoca yemeği değildur.Hoca yemeği, hoşaf ile baklavadur." 
Hoşaf ile baklavayı gelecek haftalara bırakıp, bugün de kabak yemeğine devam edelim. Hasan'la Emine'nin türküsünün hikâyesini anlatayım: 

Bundan yüz on yıl kadar önce, 1500 metre yükseklerdeki Sarıkız tepelerinde Yörükler ve Türkmenler obalarını kurmakta, hayvanlarını otlatmaktadır. Çarşamba günleri Edremit pazarına iner, ürünlerini satar, bazı gereksinimlerini karşılar obalarına çıkarlarmış. Edremit'e inenlerden biri de Yörük güzeli Emine'ymiş. Bu gel-gitler sırasında, Edremit Pazarı'nda Zeytinli Köyü'nün yakışıklı delikanlısı Hasan ile Emine göz göze gelmiş ve bir birine sevdalanmışlar. 

Sonunda evlenmek için kavil kurmuşlar. Durumu yolu yordamınca, büyüklerine çıtlatmışlar. Emine'nin Yörük babası kızını yabana vermek taraflısı değilmiş. Hasan iç güveyisi olmaya bile razı olmuş. "Emine'm için her zorluğa dayanırım" diyormuş. 

Emine'nin obası, Hasan'ın zor doğa şartlarına dayanıp dayanamayacağını sınamaya karar vermişler. Sınav gereği kırk okka tuz dolu çuvalı sırtlamış. Emine'yle obaya doğru yola çıkmışlar. Zeytinli'den sonra önlerinde dört saatlik zorlu bir dağ yolu varmış. Bir saat sonra Beyoba Köyü'ne varmışlar. Tuz Hasan'ın sırtını yakmaya başlamış. İkinci saatte şimdiki Sutüven Şelalesine ulaşmışlar. Hasan'ı yormuş, dizleri titremeye başlamış.

Gökbüvet'e geldiklerinde Hasan'ın gücü tükenmiş, yere düşmüş. Emine Hasan'ı yüreklendirmeye çalışıyormuş. Ama, sırtında yaklaşık elli kiloluk tuz torbasıyla Hasan'ın ayağa kalkacak hali yokmuş. Emine'ye, başka yere kaçmak için yalvarmış. 

Emine ise "Oba'nın törelerine karşı gelemem" diyerek çekmiş gitmiş. Gece olunca Emine pişmanlıklar içinde kıvranıyormuş. Geri dönmek istemiş. Anası, atası zifiri karanlıkta ormana gidilemeyeceğini söylemişler, "Hele bir sabah olsun!" diye ekmemişler. 

Emine tan ağarırken Hasan'ı bıraktığı Gökbüvet'e koşmuş. Koşmuş ama, Hasan'dan ne ses, ne nefes varmış. Bir an Hasan'a yadigar verdiği yazma mendili Gökbüvet'in çılgın suları içinde bir dala takılı görmüş. Artık ağıt üstüne ağıt düzmeye başlamış:

" .... Uzaktan sesini aldım da geldim
Çevreni derede buldum da geldim
Nere gittiğini bildim de geldim
Kesilmiş takati dereye yığılmış;
Yaşayamam gayri Hasan boğulmuş. .."

Emine öyle bir figan etmiş ki, sesi ormanlardan kayalardan yankılanmış. Bu yankıyan sesle, cümle ağaçla, kutlar kuşlar da yanmış yakılmış.

"Hasaann! Yanına geliyorum!"

Dala takılan çevreyi alan Emine kendini bir ulu çınara asmış. İşte o gün bu gün o gök büvetin adı "Hasan Boğuldu", oradaki ulu çınarın adı da "Emine Çınarı" olmuş.