Bildiğim bir gerçekle yeniden karşılaştım; bereket ve Türkiye sözcükleri beraber kullanılmalı, birbirinden hiç ayrılmamalı. Önce hiç görmediğim Adıyaman'a gittim. Arkasından İstanbul - Bandırma üzerinden Çanakkale'ye döndüm.

Atatürk barajı bir denize dönüşmüş. Çevresini de dönüştürmüş. Uçakla üzerinden geçerken devasa tarım arazilerinin ortasında kocaman bir deniz görüyorsunuz. Neredeyse ekime uygun olan her toprak parçası ekilmiş. Buğday, arpa gibi tahıllar biçilmiş; tütünler yeni yetişiyor. Uçaktan ve yanından geçerken gördüğüm arazilerin bende uyandırdığı ilk duygu buralar bütün Türkiye'ye bakar oldu. Birkaç saat sonra sevdiğim bir ağabeyimle yaptığım telefon konuşmasında benim kurduğum cümleye benzer bir cümleyi Alman bir profesörün Harran ovası için kurduğunu öğrendim.

Bandırma'dan Çanakkale yönüne seyahat etmişseniz sağlı sollu, uçsuz bucaksız tarlalar arasından geçeresiniz. Bu görüntü yer yer zeytinlikler de görerek Çanakkale'ye kadar sürer.  Adıyaman yolculuğunun hemen ardından yaptım ben bunu. Feribot ile İstanbul'dan Bandırmaya geldim; buradan da Çanakkale yönüne devam ettim. Bandırmadan çıkınca bereketli araziler arasında bulursunuz kendinizi. Buğdaylar biçilmiş, hasadı tamamlanan bazı tarlalara ayçiçeği ekilmiş. Sarı, sapsarı  bir çiçek denizinin içinden geçiyorsunuz. Uçsuz bucaksız bir arazi uzanıyor yanı başınızda. Sağ tarafınızda Marmara Denizi görünüyor.

Bereketli topraklar üzerinden geçip giderken ister istemez ülkemizin nasıl güç durumda olduğu geliyor aklınıza. Aslında aklımızdaki her sorunun cevabını biliyoruz ama maalesef aklımızdan geçene gücümüz yetmiyor.

Bu cennetten kopmuş da Dünya'ya düşmüş gibi duran ülkenin üzerinde yaşıyoruz. Binlerce yıl hep saldırılara uğramış; defalarca zenginlikleri yağmalanmış. Hatta oluşturduğu kültürü, mitleri tanrıları bile çalınmış topraklarda yaşıyoruz. Ve hiç değerini bilmeden.

Hep bereketli olmuş bu topraklar. Dağlarından yağ  akmış, ovalarından bal. İlk demir yolunu Selçuk İzmir arasına kurmuş yabancılar. Aydın ovasının bereketini İzmir limanına taşıyıp oradan gemilerle ülkelerine götürmek için yapmışlar. Öyle bereketli, öyle verimli bir ülkedeyiz ki binlerce yıl saldırıya uğramış, savaş hiç bitmemiş bu topraklar üzerinde. Her saldıran aynı amaçla; zenginliği ele geçirmek, yagmalak için saldırmış.  İbn-i Haldun yüzlerce yıl öncesinden söylemiş derdimizi; ''Coğrafya kaderdir.''

İki farklı coğrafyayı, iki farklı zenginliği aynı günlerde görmek yazdırıyor bunları bana. Kaderimizmiş bu coğrafya. Bu  topraklar büyütmüş bizleri. Ekmeğiyle, suyuyla kanımıza karışmış. Kişiliğimizi, sosyal yapımızı şekillendirmiş. Muhteşem bir kültür  yaratmış Anadolu insanı ama maalesef o kültür içinde büyümüş bazı insanlar bambaşka bir amaca yönelmiş. Sanki yatıp kalkıp ben bu ülkeye  nasıl kötülük yaparım diye düşünüyorlar. Örneğin Çanakkale Kaz Dağları eteklerine iki adet termik santral kuruyor; sekiz tanesinin de kurulumuna izin veriyor. Ormanları yok edip siyanürle altın çıkaran maden şirketlerini hiç söylemiyorum.

İnsan; insanlara, canlılara, doğaya hiç aldırmadan saldırıyor. Sorular soruyorum kendime; insan bu doğaya nasıl kıyar diye? Aslında biliyorum bu sorunun cevabını; bilgisizlik, cahillik ve bencilliğin bir araya gelmesiyle oluyor bütün bunlar. Binlerce yıl insanlara bakmış, onların karnını doyurmuş bu topraklara düzgün davransak ve korusak binlerce yıl daha bakar, karnını doyurmaya devam eder çocuklarımızın. Böyle devam edersek eğer önümüzdeki kırk-elli yıl içinde açlık en büyük sorunumuz olacak. Toprağımızı, ormanlarımızı, suyumuzu korumamız hatta geliştirmemiz, iyileştirmemiz gerekiyor.

İlk defa gittiğim bir coğrafya da ''Anadolu'' sözcüğünün derinleşen, tatlanan anlamını bir kere daha tüm benliğimde hissettim. Bu bir günlük gezinin bende bıraktığı hisler başka bir yazının konusu olsun. Bereketli topraklar üzerinde, kutlu bir ülkede yaşadığımızı anımsatmak istiyorum. Gördükçe daha çok seviyorsunuz. Daha çok inanıyorsunuz bu ülkeye.