Televizyonlara ve gazetelere bakınca herşey yolunda gidiyor. Önceden dört duvar arasında tutulan, karı-kocanın evlatlarına bile yansıtmaktan hicap duyduğu sorunlarımızı sabah kuşağında konuşup rahatlıyoruz nasılsa. Semt kahvesindeki gazetelere şöyle bir göz gezdirip, Putin'e, Esad'a, çokça da PKK'ya küfürü bastıktan sonra gündemimiz belli: İkinci baharını yaşamak için yollara düşenler. Elektrikti, başbaşa görüşmeydi, bozuşmaydı derken bir bakıyoruz akşam olmuş. Kimin kime daha fazla yakıştığını, o kızla öbür çocuğun aslında bir birine pek uymadığına eşimizi, komşumuzu ikna etmekten helak oluyoruz ama zaman çabuk geçiyor. Ev hanımı, işsiz vatandaş veya emekli, başkalarının hikayeleriyle teselli bularak günü akşam edip, kendi sıkıntılarından uzaklaşıyor.

Akşam yemeğinin ardından kumandamızı elimize alıp karşısına kurulduğumuz televizyonda ya şarkılı türkülü yarışma programları seyrediyoruz, ya da "ensest" sayılabilecek aşk ilişkilerinin bin bir türlüsünün ballandıra ballandıra anlatıldığı diziler dünyasına atıyoruz kendimizi. Hipnotize edilmiş gibi dalıyoruz o renkli dünyaya. Boğaz kıyısındaki köşklerin ışıltılı dekorlarına serpiştirilmiş çirkin ilişkilerin akıbetini o kadar çok merak ediyoruz ki, çıt çıkmıyor evin içerisinde. Aile içi hal hatır sormalar bile reklam arasına sıkıştırılıyor.

* * *

Ülkemizin bir bölümü yangın yeriymiş, çevremiz ateş çemberiymiş, milli varlığımızı tehdit eden oyunlar tezgahlanıyormuş kimin umurunda? Bunları konuşmak, üzerinde fikir beyan etmek tehlikeli işler haline geldi. Ağzını açmaya kalktığın anda ya "yandaş" oluyorsun ya da "vatan haini"... Üçüncü bir şıkka yer kaldı mı dünyamızda? Hayır...

Ömrünü siyasete adamış, çilesini çekmiş, devlet görevinde de önemli işler üstlenmiş birisini bir gün "baş tacı" yapıyoruz, "dokunulmaz" kılıyoruz, hatta ona ters söz söyleyeni linç ediyoruz. Ama o kişi iki ters kelam ettiğinde "Lawrence" diyerek en aşağılık mertebeye indiriyoruz.

Neden? Söylediği sözler siyaseten izah etmekte zorlanacağımız gerçekleri ortaya serdiği için. Gerçekler bize acı gelince, söyleyenin canını acıtarak, onu itibarsızlaştırarak sorun çözülüyor sanki... Yokmuş, olmamış, olmayacakmış gibi yapınca her şey yoluna giriyor adeta...

* * *

Geçtiğimiz hafta, Haliç Üniversitesi tarafından yapılmış bir anketin sonuçlarını yayınladık İstanbul Gazetesi'nde. Çok çarpıcı sonuçlar ortaya koyan, akademik bir araştırmaydı. Öyle sipariş üzerine yapılan, algı yönetimi için istenilen sonuçları kabartarak yansıtan kamuoyu araştırmalarından değildi yani.

Araştırma, Türkiye'de halkın yüzde 54'ünün artık "bölünme korkusu" yaşadığını ortaya koyuyordu. Yani, halkın büyük çoğunluğu "Ülkenin bölünmesi tehlikesi var" diyor. Bu oran, geçmiş yıllarda hiç bu kadar yüksek olmamıştı.

Yine aynı araştırma bir başka çarpıcı gerçeği işaret ediyor. İslâmi görünümlü çok uluslu insanlık dışı terör örgütü IŞİD'i tehlike olarak görenlerin oranı önemli ölçüde düşmüş. Bunu elbette "IŞİD sempatizanlığında artış" olarak yorumlayamayız. Ama "tehdit" olarak görmekten vazgeçmemiz bile tehlike çanlarının çalması için yeterli.

* * *

Araştırmayla ilgili ne gazetelerde tek satır habere veya yoruma rastladık, ne de televizyon ekranlarındaki tartışma programlarında duyduk. Siyaset programlarında bile yer bulmadı endişe verici sonuçlar.

"Bölünme korkusu artıyorsa, bölünmeyi kabullenme de aynı ölçüde artış kaydeder" gibi bir sosyolojik sonuç çıkarmalı mıyız bu araştırmadan, uzmanlarından duyamadık bile. IŞİD'i tehdit olarak görenler azaldığına göre, 70 vilayette varlığını bildiğimiz IŞİD sempatizanlığı Türkiye için gelecekte ne tür tehlikeler doğurur bunun analizini yapana da rastlamadık. Ne anlı şanlı cemaatlerimizin bu tehdide karşı ne yapması gerektiğini konuşabildik, ne de Diyanet İşleri Başkanlığı'nın.

IŞİD'i İslâm'ın ta kendisi olarak lanse eden internet sitesi ve dergiler yayınlarını hiç bir engelle karşılaşmadan devam ettirdiğine göre, bu örgütü Türkiye'ye tehdit olarak görmeyen sadece halk değil. Onları yönetenler de tehdit saymıyor demek ki!

* *

Eskilerin "kol kırılır yen içinde kalır" diyerek bırakın dört duvar arasından dışarı sızdırmayı, çocuklarından bile gizlediği aile içi sorunları televizyon ekranlarında konuşan insanlar için de anlamı yok bu tür araştırmaların. Sosyal sıkıntıları çözme işini Müge Anlı'ya havale etmişiz, dul kalmış veya geç yaşa kadar hiç evlenmemişlerin yuvasını da  Seda Sayan'la Zuhal Topal yapıyor nasılsa.

Bir sihirli kutunun hipnotize ederek oluşturduğu Alamut Kalesi'nde kaybolup gidiyoruz. Değerlerimizi, kutsallarımızı, bizi biz yapan herşeyimizi de burada öğütüp paçavra haline getiriyoruz. Birkaç Hasan Sabbah'ın illizyonu da yetmiyor artık.