Itri’nin olduğunu bilmeden huşu içinde dinlerdim, ta ki, 1960’lı yıllarda Yahya Kemal’i okumadan önce. Ne zamanki onun Rıfkı Melûl Meriç’e ithaf ettiği şiiri okudum, Itri adına aşina oldum.

Klâsik Türk müziğimizi yücelten, gönüllerimizi büyüleyen büyük Türk bestekârı Itrî'yi elimden geldiğince size anlatmadan önce Yahya Kemal’in uzun şiirinin baştan ve sondan ikişer kıtasını nakledeyim:

Büyük Itrî'ye eskiler derler,

Bizim öz mûsıkîmizin pîri;

O kadar halkı sevkedip yer yer,

O şafak vaktinin cihangîri,

Nice bayramların sabâh erken,

Göğü, top sesleriyle gürlerken,

Söylemiş saltanatlı Tekbîr'i.

 

Tâ Budin'den Irâk'a, Mısr'a kadar,

Fethedilmiş uzak diyarlardan,

Vatan üstünde hür esen rüzgâr,

Ses götürmüş bütün baharlardan.

O dehâ öyle toplamış ki bizi,

Yedi yüz yıl süren hikâyemizi

Dinlemiş ihtiyar çınarlardan.

…………

O ki bir ihtişamlı dünyâya

Ses  ve tel kudretiyle hâkimdi;

Âdetâ benziyor muammâya;

Ulemâmız da bilmiyor kimdi?

O eserler bugün defîne midir?

Ebediyyette bir hazîne midir?

Bir bilen var mı? Nerdeler şimdi?

 

Öyle bir mûsıkîyi örten ölüm,

Bir tesellî bırakmaz insanda.

Muhtemel görmüyor henüz gönlüm;

Çok saatler geçince hicranda,

Düşülür bir hayâle, zevk alınır:

Belki hâlâ o besteler çalınır,

Gemiler geçmiyen bir ummanda.

 “Huşu içinde dinlememe rağmen,” diye yazmıştım. Dinlediğim bayramlarda söylenen tekbirdi. Öğrendim ki, Türk Mûsikîsinde tekbir, bir mûsikî formuydu:

“Allâhü ekber Allâhü ekber lâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber Allâhüekber ve li’llâhi’l-hamd” sözleriyle terennüm edilen ve teşrik tekbirlerinin de metnini oluşturan bu sözler, Segâh makamında 17. yüzyıl bestekârlarımızdan Buhûrîzâde Mustafa Itrî tarafından bestelenmişti.

Itri, 1640 - 1950’lı yılları arasında İstanbul'da Zeytinburnu Yeni Kapı Mevlevihanesi yakınında doğdu. Asıl adı Mustafa’ydı. Itrî mahlasını şiirlerinde kullanmıştı. Mustafa, zengin ve kibar bir ailenin evladı ve müzik meraklısıydı.

İyi bir öğrenim gördü. Mevlevîhanelere devam etti. Mevlevî oldu. Devrin müzik ustalarından ders aldı ki, bunlardan biri büyük bestekâr, Tamburi Hafız Post’tu.

Galata Mevlevihane’sinde bir süre neyzen başı oldu. Naat-ı Mevlâna'yı burada besteledi. Na't-ı Mevlâna'sıyla Mevlâna misali âşık olan, aşkla dolan büyük müzisyen Itrî, yarattığı şaheserlerle, daha çok kitaplarda değil, Türk Milletinin gönlünde ve dilinde yaşamıştı:

(Ya Hazret-i Mevlânâ hak dost)

Yâ Habîballah Resûl-i Hâlık-ı yektâ tüyî

Ber güzîni zül-Celâl pâk ü bî hemtâ tüyî ….”

Sultan IV. Mehmed, Kırım Hanı Gazi Selim Giray, Itrî'yi sever, saraylarına alırlardı. Osmanlı Sarayındaki fasıllara katılan Itrî'nin bestelerinden çok azı günümüze geldi. Itrî, aynı zamanda iyi bir şairdi.

Dinî eserleri arasında Onun Bayram Tekbiri gerçek bir şaheserdi. Sınırlarımızdan taşmıştı. Her mevlevî ayininin başında okunan rast makamındaki Naat-ı Mevlâna ise ölümsüz eserlerinden biri olmuştu.

Dindışı eserleri arasında çeşitli besteleri fasıllarda baş tacı edilmişti. Onlardan biri Güftesi Nef-î'nin “Tûtî-i Mû'cize-gûyem, ne desem lâf değil / Çerh ile söyleşemem âyînesi sâf değil // Ehl-i dildir diyemem sînesi sâf olmayana / Ehl-i dil birbirini bilmemek insâf değil.." sözlerini içeren ı segâh yürük semâîydi. Bir başkası güftesi Nâbi'nin olan:" Gel ey nesîm-i sabâ hatt-ı yârdan ne haber ​ / Gelir mi kâfile-i müşkbârdan ne haber..." adlı İsfahan zencîr bestesiydi.

Itrî müzikten başka bahçeyle ilgilendi. Meyve ve yetiştiriciliğine meraklıydı. Bahçesinde o zamana kadar görülmemiş çiçekler ve meyveler yetiştirmişti. Ünlü Mustabey Armudunu ilk kez Itrî yetiştirmişti. Yetmiş yaşına doğru, 1712 yılının ocak ayında İstanbul'da vefat etti. Yeni Kapı Mevlevihanesi dışına gömülmüştü. Ama, mezarının yeri kesin olarak bilinmiyor.