Soğuk bir Mart sabahı, tarihi yarımadada, üniversitenin arka sokaklarındayım. İlk, 1989 yılında, fakülteye başladığımda adımlamaya başlamıştım bu sokakları. Mekânın sahibiydik o zamanlar, en azından öyle hissediyorduk.

Başımızda kavak yelleri, yaşayacaklarımızdan habersiz, el yordamıyla ilerliyorduk hayatın içine doğru. Günışığında göremediğimiz ama orada olduğunu bildiğimiz, yıldızlı göklere doğru şen kahkahalar atabildiğimiz güzelim yıllardı. Bizden öncekiler gibi biz de geçip, çoktan gitmiştik buralardan.

35 yıl geçmiş o günlerin üzerinden, şaka gibi. Yıllardır uğramamıştım buralara. Bugün, yine bu sokaklarda yürüyorum. Fotoğraflar çekiyorum. En çok da kapıların, yolların ve kedilerin. Eski, yüksek, ahşap, kimileri işlemeli, çift kanatlı kapılar. Öyle bir kapıya rastlamışsam öylece durup bakmaya başlıyorum. Kapının bir yüzü dünyaya bakar, önünden geçerken, kendisine bakanla göz göze gelir. Söyleyecek iki çift sözü varmış ama susması gerekiyormuş gibi bakar, susarak anlatır sanki dünyanın bütün gizini. Kapının diğer yüzü hayatın üstünü örter, saklar. Kapılar sır tutarlar. Kapının bildiği her şeyi eşik de bilir. Kapının açılması ya da kapanması, bir eşikten içeriye ya da dışarıya adım atmak, hayatta yürüdüğün yolların değişmesini sağlar. Bir kapı açık olsa bile o kapının eşiğinden içeriye ya da dışarıya adım atmakla başlar her şey. Eşik; karar anıdır. Yıllar önce Beyazıt Meydanına varıp,  üniversitenin o tarihi,  güzel kapısından içeriye ilk adımımı attığımda, içimde ‘müjdeler’ taşıyormuşum gibi bir his vardı. Bir an evvel birilerine ulaştırmam gereken müjdeli haberlerin sevinci gibi bir sevinç vardı içimde.

Samimi dostlarla, değerli hocalarla, ne kıymetli günler yaşamışız. İktisat fakültesindeki arkadaşlarımız, bizim fakültenin kantinine imrenirlerdi. Çay, tost ve sigara kokulu, sohbetçisi eksik olmayan öğrenci kantini. Vize ve final sınavlarının uykusuz geçen geceleri, boğaz manzaralı yemekhanemiz, tavuğa; martı, dalyan köfteye; rosto dediğimiz günler, yemek sırasına kaynak yapanlar, beklerken sıkılanların kaleminden düşen, ince esprilerle dolu duvar yazıları ve o günlere dair daha birçok şey, film şeridi gibi geçiyor gönlümden, gözümün önünden.

Bu sokaklara bu defa, Vefa tarafından çıktım. Bol tarçınlı bozanın üstüne, sobasında çıtır çıtır odunların yandığı, küçük, salaş bir kafede kahve içtikten hemen sonra. Vefa Lisesinin önünden geçtim, okul yıkılıyordu, içim nedense cız etti. Bu okuldan mezun ne çok ünlü isim vardı. Bu okulun kapısından ilk adımlarını attıklarında, onlar ne hissetmişlerdi acaba?  Mehmet Akif Ersoy, Peyami Safa, Hasan Ali Yücel, Yahya Kemal Beyatlı, Erol Manisalı, Kemal Sunal, Gazanfer Özcan, Müjdat gezen, aklıma ilk gelen isimler oldu. Bir uçurumun kenarından, bağırarak seslenme arzusu duydum onlara; “okulunuzu yıkıyorlar, haberiniz var mı” diye? Lise, kaçıncı kezdir bilmiyorum, yeniden yapılacak ama artık asla eski lise olmayacak. Buralar hakkında en ufak bilgisi, tecrübesi olmayan, yeni toy bir binaya tarihi bir miras devredilecek.

Bu sokaklara, eskiden okulun yan kapısından çıkıp, üniversite ile Esnaf Hastanesi arasındaki yoldan yürüyerek gelirdik. Yol bitiminde, öğrenci kafelerinin, fotokopicilerin olduğu sokağa ulaşmış olurduk. Sevdiğimiz, zaman zaman oturduğumuz sakin bir kafe vardı. “Café Antıque”. Hâlâ aynı yerde, bıraktığım gibi duruyordu, çok şaşırdım.

Kafeyi solumda bırakıp aşağı doğru yürüdüm. Süleymaniye Camii, vakur, heybetli çıktı karşıma, martılar uçuyordu minarelerinin arasında, hafiften de yağmur çiseliyordu. Türbelerin bulunduğu hazîrenin (Hazîre; külliye, cami, mescit, tekke gibi dini yapıların avlularında yer alan etrafı duvar veya parmaklıkla çevrili mezarlık) kapısındaki, aşınmış mermer eşikten içeri adımımı atarken, burası yolun başı mı, sonu mu, diye bir düşünceyi içimden, müstehzi bir gülümsemeyi de yüzümden geçirdim.  Mezar taşlarının arasında, kediler gördüm. Sultan Süleyman’ın yanı başında, sanki, zamanı dondurmuşlar da, asırlardır orada öylece duruyorlarmış gibi bakan kedileri sevdim. Hazîrenin içindeki taş yoldan ilerleyip dışarı çıkınca, ‘yorgun gün’ gibi, yorgun, puslu İstanbul çıkıverdi karşıma, sağda boğaz, solda Galata Kulesi.

Tüm kalbimle puslu İstanbul’u seyrederken “Puslu Kıtalar Atlası” kitabından bir bölümü anımsadım; “Bu dünyada insanların korktuğu tek şey öğrenmekti. Acıyı, susuzluğu, açlığı ve üzüntüyü öğrenmek onların uykularını kaçırıyor, bu yüzden daha rahat döşeklere daha leziz yemeklere ve daha neşeli dostlara sığınıyorlardı.” İnsanlar böyle yapıyordu doğru ama, kadim şehir İstanbul bunca kederden, nereye sığınsındı?

Bizler öğrenci olduğumuz o yıllarda, şimdiki gençlerden çok daha mutlu çok daha umutluyduk. Geleceğe umutla bakabiliyor, planlar yapabiliyorduk. Günler daha ışıklı, taze ve diriydi. Bugünlerde ‘gün,’ kendini çok yorgun ve depresif hissediyor. Her gün sanki zoraki doğuyor. Renkler soluk, gri renk; egemenliğini çoktan ilan etmiş gibi. İstanbul, olan bitenden hoşnutsuz, türlü kötülüğe tanık olmanın usancıyla, griliğin içinde susuyordu karşımda. Ne sessiz bir sabahtı. Bu sessizlik nelere gebeydi kim bilir?..