Rutubet yavaş yavaş boyayı, sıvayı kabartır, döker. Israrla derine inmeye çalışır, en derine indiğinde iskelete, yani demire ulaştığında onu sarar, korozyonu başlatır ve yavaş yavaş demiri de çürütür.

Rutubet, ızdırap gibi sızı gibi bir şeydir. İnsanların kalbiyle zihnini birbirini bağlayan asma köprülere de zamanla, rutubet sis gibi iner, ince ince çürütmeye başlar. İçimizdeki asma köprülerin iskeleti çelikten değil, demirdendir muhtemel ki hayatın rutubetiyle zamanla pas tutup çürüyebilir. İçimizdeki rutubet ne ola ki? Meyve kokteyli gibi sağlıklı bir karışım olmadığı kesindir. İnsandan insana ölçüleri değişmekle birlikte ana malzemeler, üzüntüye neden olan her şey, kaygı, stres, pişmanlıklar, yanlış kararların kötü sonuçları, varsa bir tutam vicdan azabı gibi, insanın yaşadığı birçok olumsuz duygunun karışımı, tortusudur, içimizi sızlatan küf yeşilli, küf kokulu rutubet.. Hepsi üzerine uzun uzun konuşmak mümkün tabi, biz bugün “pişmanlık” üzerine biraz söyleşelim.

Bazen bazı fırsatları teğet geçeriz, farkına sonra varırız ya da hiç varmayız. Farkına varmadıklarımız için sıkıntı yoktur, yok hükmündedirler ve herhangi bir duygu oluşturmazlar. Farkına vardığımız, teğet geçtiğimiz fırsatlar, yapabilecekken yapmadıklarımız üzer bizi. Geometride çemberi oluşturan her bir noktaya isabet edebilecek, nokta sayısı kadar teğet doğrusu vardır. Çembere teğet geçen doğrular, hayatımızda yakalamak üzereyken kaçırdığımız ya da yakaladığımız anda kaçırdığımız, hayat çemberimizden teğet geçen olası fırsatlara benzer. Zile basıp kaçan çocuklar gibi, kapıya kadar gelir ama içeri girmez teğet doğrusu. Kaçırdığımızı düşündüğümüz şans ya da fırsat, bir bavulla biner kaçan trene. Hayatımızın olası en iyi sürümleriyle, tüm iyi ihtimallerle doludur o bavul ya da bize öyle gelir. Kaçan balık büyük olur, misali.

Bazı şansları yakalayıp elinizde tutamadığınız, içinizde ukde kaldığı oldu mu? Hâlâ arada hatırlayıp “ tüh ya, ah şimdiki aklım olsaydı” diyor musunuz, demeyin. Hatasız, kusursuz, hep doğru seçimlerin yapıldığı bir hayat mümkün değil. “Kusur benim imzamdır. Bir ismim olduğu sürece bir kusurum da olacak ve olmalı.” der, İhsan Oktay Onar.

Zaman geriye akmıyor, o nedenle en kıymetli şey. Parayla kıyas ediyor insanlar, bunu ifade etmeye çalışırken. “Kaybettiğin parayı yeniden kazanabilirsin ama kaybettiğin zamanı asla.” diyorlar. Yunan filozof Herakletios’un “bir kez yıkandığın nehirde bir daha yıkanamazsın” dediği gibi. Bu sözü “zaman” bağlamında düşünelim biz de. Akan nehir; zamandır, akmıştır, oradan şu anda akan su, artık o su değildir. Telafisi mümkün olmayan bir şey ise, size pişmanlık duygusunu yaşatan, vaz geçin, o su epey önce akıp gitmiştir. Siz yüzünüzü yağan yağmura döndürün.

    “Gece Yarısı Kütüphanesi” adında bir kitap okumuştum. Kitabın kahramanı Nora adındaki genç kız berbat haldedir. Kedisi ölür. İşinden kovulur. Abisi onunla konuşmuyordur. Kimsenin ona ihtiyacı yoktur. Art arda alınmış kötü kararların sonucunda bir kütüphanede bulur kendini. Zamanın hiç akmadığı bir gece yarısı kütüphanesinde, sonsuz sayıda kitabın ortasında. Kitapların her birinde Nora’nın farklı bir hayatı yazılı. Başka kararlar verseydi yaşamış olabileceği hayatlar. Farklı kariyerler, farklı eşler, farklı arkadaşlar, farklı şehirler arasında gidip gelen Nora’nın aklı sorularla dolar. Mutluluk sadece önemli sandığımız seçimlerde mi gizli?  Yanlış giden her detayın sorumlusu gerçekten biz miyiz? Hayatı yaşanılır kılan ne? Yanlış bir karar insanın tüm hayatına mal olabilir mi? Nora kütüphaneden seçtiği her kitapta, farklı hayatlarından birini yaşamaya başlar. O hayatlarda da işler her zaman iyi gitmiyordur. Yani kaçan balıklar o kadar da büyük olmayabilir.

“İnsan dünyaya geldiği gün, bir yandan yaşamaya, bir yandan da ölmeye başlar.” der, Montaigne. İnsan dünyaya elleri bomboş gelir. Hayatın bir reçetesi ya da kullanma kılavuzu iliştirilmemiştir kordonuna. Hayatı, kullanma kılavuzu olmayan, nasıl çalıştırılacağını hiç bilemediğimiz bir cihazı kurcalar gibi, deneye yanıla, düşe kalka, öğrene tükete, anlamaya çalışıyoruz. Belli bir yaşa ulaştığımızda, haliyle az çok hasar alıyor ve içimizdeki asma köprülerden rutubet kokulu araçlar geçiriyoruz.

Pişman olduğunuz şeyler arasında telafisi mümkün olabilenler var mıdır? Gözden geçirmek ve harekete geçmek iyi gelebilir. Yeni badana edilmiş, gün ışığı dolan rutubetsiz bir eve dönüşebilir hayat. “Hayattaysan telafi etme şansın var kardeşim” bu söz de bir tedx konuşmasında dinlediğim gazeteci Deniz Zeyrek’e ait. Fırsatınız olursa dinleyin, ben çok duygulanmıştım.

Çok sevdiği kızı Vanichka’yı 7 yaşında kaybeder Tolstoy. Onun için endişelenen komşuları bir süre sonra evinin bahçesinde bir hareketlilik fark eder. Ünlü yazar, acısıyla baş etmeye çalıştığı dönemde “Moskova Bisiklet Sürmeyi Sevenler Derneği’nin” hediye ettiği bisiklete binmeye çalışmaktadır. Bembeyaz sakallarıyla 67 yaşında eşinin endişeli bakışları altında, düşe kalka bisiklet sürmeyi öğrenmiş ve her yere bisikletiyle gitmeye başlamıştır. Bisiklet sürmeyi 67 yaşında öğrenmesinden esinlenilerek “Tolstoy’un bisikleti” denilen, “hiçbir şey için geç değil” anlamına gelen bir kavram oluşmuştur. Hiçbir şey için geç değil gerçekten de.

Bilecik’te bir huzurevinde süreli bir çalışma yapılmış ve elde edilen sonuçlar bir makaleyle yayımlanmış. Çıkan sonuçlardan yalnızca bir tanesini paylaşmak istiyorum; Bu çalışmanın sonuçlarına göre, yaşlı bireyler, yaşlılık dönemini durgunluk dönemi olarak değil, geleceğe yönelik birçok plan ve isteği içeren bir dönem olarak görmektedirler.

Yaşını başını almış dediğimiz insanların, hayata dair hayalleri, hedefleri var. Hayat yaşlılığa kadar değil neticede, ölene kadar. Kim bilir bisiklete binme vakti daha yeni gelmiştir belki de..