Dünkü yazımda sözünü ettiğim gibi Arif Nihat Asya, “Bayrak”la özdeşleşmişti. O bir bayrak şairiydi. Ünlü “Bayrak” şiirini Adana’nın kurtuluş günü olan bir “5 Ocak”ın heyecanı ile yazmıştı. Kim bilirdi ki, 5 Ocak 1975 günü hayata gözlerini yumacak?
Baynakla ilgili çoğunuzun bildiklerini tekrar da olsa, bilmeyenler için yazmalıyım:
Sevdiğim bir bilmece var:
“Gökten ay ve yıldızı kopardılar, kanımızın içine koydular.”
Cevabının “bayrak” olduğunu biliyorsunuz. Bayrağın ilk defa hangi devlet tarafından kullanıldığını bilmiyorum. Ancak tarihin çok eski dönemlerinden beri var olduğu kuşkusuz.
Divanü Lügat-it Türk’te “batrak” olarak yazılı olan bu kelime, savaşta kullanılan ve ucuna ipek parçası takılan mızrak olarak tanımlanmakta. Aynı eserde yer alan bir şiirde “Ağdı kızıl bayrak / Toğdı kara toprak/ Yetsü gelip uğrak / Tokşup anın giçtimiz” kıtasında bayrak şeklinde kullanılarak, Oğuzların arasında böyle söylendiği belirtilmekte.
Gıyasettin Mesut tarafından Osman Gazi’ye egemenlik simgesi olarak gönderilen armağanlar arasında, bir de beyaz bayrak vardı. İlk Türk akınlarında ordunun başında bu bayrak dalgalanmıştı. Bu tarihten önce Osman Gazi, savaş bayrağı olarak kırmızı rengi seçmişti.
Başka mantaliteden söz eden ve başka amaç edinenlerin ya da başka milletlerin değişik renkleri vardır. Ama Türk bayrağının belirli rengi kızıl ve beyazdır.
Bayrak, birliğimizin vatan sevgimizin bir sembolü. Gelenek ve göreneklerimizde yaşıyor. Türk Bayrağı olmadan, Türk Bayrağı dikilmeden düğün bile başlamaz.
Arif Nihat Asya şöyle yazıyor:
“Bir firavun olsam ben de ehram yaptırırdım. Fakat altında yatmak için değil; üstünde tahtımı kurmak, bayrağımı çekmek için.” (Kanatlar ve Gagalar)
Hangi bayrağı? Arif Nihat Asya’nın dizelerindeyiz:
“Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü…
Kızkardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,
Işık ışık, dalga dalga bayrağım,
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.
Sana benim gözümle bakmayanın
Mezarını kazacağım.
Seni selâmlamadan uçan kuşun
Yuvasını bozacağım.
Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder
Gölgende bana da, bana da yer ver!
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar;
Yurda ay- yıldızının ışığı yeter.
Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün
Kızıllığınla ısındık;
Dağlardan çöllere düştüğü gün
Gölgene sığındık.
Ey şimdi süzgün, rüzgarlarda dalgalı;
Barışın güvercini, savaşın kartalı
Yüksek yerlerde açan çiçeğim…
Senin altında doğdum,
Senin altında öleceğim.
Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim;
Yer yüzünde yer beğen:
Nereye dikilmek istersen,
Söyle seni oraya dikeyim!”
5 Ocak 1975’de Ankara’da kaybettiğimiz Bayrak şairi Arif Nihat Asya, milli edebiyatın, cumhuriyetten sonra yetişen en güçlü temsilcilerinden birisi. Üstün karekteri, mertliği ve aşk derecesindeki vatan sevgisinden, millî ve manevî değerlere bağlılığından kuşku yok. Arif Nihat Asya’nın şiirinde bütünüyle memleketimizi, duygularımızı, hüznümüzü, coşkumuzu ve inanışlarımızı buluruz. Üzerinde vücut bulduğumuz bu toprağın, gelenek ve göreneklerimizin sesi, nefesi vardır:
Şehitler tepesi boş değil,
Biri var bekliyor…
Ve bir göğüs nefes almak için
Rüzgar bekliyor.
Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye,
Yattığı toprak belli,
Tuttuğu bayrak belli
Kim demiş “Meçhul Asker” diye?
Destanını yapmış, kasideye kanmış
Bir el, iki ahretten uzanmış.
Edeple gelip birer birer
Öpsün diye faniler.
Öpelim temizse dudaklarımız
Fakat basmasın toprağına
Temiz değilse ayaklarımız.
Rüzgarını kesmesin gövdeler…
Sesinden yüksek çıkmasın
Nutuklar, kasideler!
Geri gitsin alkışlar geri…
Geri gitsin ellerin
Yapma çiçekleri!
Ona oğullarından analarından,
Dilekler yeter…
Yazın sarı, kışın beyaz
Çiçekler yeter…
Söyledi söyleyenler demin,
Gel süngülü yiğit, alkışlasınlar,
Şimdi sen söyle, söz senin!
Şehitler tepesi boş değil,
Toprağını kahramanlar bekliyor.
Ve bir bayrak dalgalanmak için
Rüzgar bekliyor.
Destanı öksüz, sukûtu derin,
“Meçhul Asker”in…
Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye;
Yattığı toprak belli…
Kim demiş “Meçhul Asker” diye…