Divan edebiyatı şâirleri, dini bayramlarda olduğu gibi, Nevruz'da da bahşiş almak için büyüklere kaside sunarlardı. Bunlara "Nevruziyye" denirdi.

İşte Nef'î'nin gazelinden bir beyt:

Erişdi bahâr oldu yine hemdem-i nevruz

Şâd etse nola dilleri câm-ı Cem-i nevruz"

Pîr Sultan Abdal da Nevruziyyesinde şöyle diyor:

"Sultan Nevruz günü canlar uyanır

Hal ehli olanlar nura boyanır

Muhib olan bu gün ceme dolanır

Himmeti erince Nevruz Sultan'ın

Âşık olan canlar bu gün gelürler

Sultan Nevruz günü birlik olurlar

Hallâk-ı cihandan ziya olurlar

Himmeti erince Nevruz Sultan'ın"

Kazakistan'da Bayeşek, Kırgızistan'da Bayçeçek, Özbekistan'da ise Baharkız adlarıyla bilinen Nevruz çiçeği, Türk dünyasında diriliğin, tazeliğin,yenilenmenin, gençliğin, bekâretin, saflığın, masumiyetin ve temizliğin sembolü imiş, Kırgızistan'da bunun için evlenmemiş genç kızların küpe, kolye gibi takılarında ve gelin başlıklarında tek motif olarak yer alıyormuş.

Orta Anadolu'da bahar başlangıcında oynanan "Çiğdem Eğlencesi" bir de çocuk oyunu vardır. Ellerinde sivri sopalarla tepelere tırmanıp çiğdem toplayan çocuklar, bunları iğne yahut karaçalı dalına asarak sokak sokak, ev ev dolaşır ve bir tekerleme tutturarak baharın gelişini müjdelerler.

Şiirlerle baharları, bir başka yazıya konu edeceğimi sanıyorum. Biz Şemsi Belli’nin şiir heybesinin gözünden aldığım bir kıta ile yazımı noktalıyorum: “ Sana alafranga şiirler değil / Sana türküler yazmalıyım /Mendil mendil / Nakış nakış deyişler söylemeliydim sana / Dağların doruğunda / Nevruzdan Karçiçeğinden söz açmalıydım ....”

Mevsimlerin insan üzerinde etkisi tartışılmaz. Doğum, çocukluk, gençlik, orta yaş ve ihtiyarlık sanki mevsimlerin sıralanışı gibi. Toprağa ilk düşen tohumun yeşerip filizlenmesi, meyve vermesi, olgunlaşması, sararıp solması, insan oğlunun doğumundan ölümüne kadar geçirdiği serüvene ne kadar benziyor.

Mevsimler içinde baharın, doğmak, umutlarla dolmak gibi bir özelliği var. En güzel resimlerin, en güzel şiirlerin, en güzel melodilerin bahardan ilham almasından, ya da bahara armağan edilmesinden doğal ne olabilir ki?

Haydi nostaljiye ve “Nisan Yağmuru” şarkısını mırıldanmaya:

“Nisan yağmuru kadar

Kısa süren hayatımız

Durmaz hiç, saadet arar

Bir sevgiye canım kadar.

Sevgi denen şey yalanmış

Daldan dala konan için

Her çiçeğin balı varmış

Aşk sarhoşu olmak için..”

Evet, nisan yağmurları başladı. Kiminin gönül bahçesinin ortasına bir tatlı hüzün oturtmaz ki nisan yağmurlarında? Kimin damarlarına ilk deli kanın yürüyüşü nisan yağmurlarının altında olmamıştır ki? Gözlerin gözlerde kayboluşu, ellerin ellere kenetlenişi, kalp seslerinin birbirinde yankılanması. Turhan Oğuzbaş’ın Nisan Yağmuru adlı bir şiiri vardı. Bir bölümü şöyleydi:

“Nasıl tutuldum sana bilemezsin

Sırılsıklamım

İliklerime kadar seninle doluyum şimdi

Nisan yağmurum benim, sultanım, yavru ceylanım

Gel otur yanıma ellerimi tut

Gel otur yanıma dudaklarıma yağ serin serin

Adını unuttum şimdi

Sensiz geçen bütün gecelerin”

Eskiler nisan yağmuruna “ab-ı nisan” derlerdi. Rivayetlere göre mi desem, söylencelere göre mi desem, nisan ayında sedefler, deniz dibinden su yüzüne çıkıp, yağmur tanelerini içine alıp. sedef yaparmış.

Geçtiğimiz aylarda, cep telefonuma bir mesaj düştü: “Dertlerimiz kum tanesi kadar küçük, sevinçlerimiz Nisan yağmuru kadar bol olsun. Bu mübarek geceniz sevapla dolsun.” Bu dileğe kim ne diyebilir? Çok geçmeden, bir internet sitesinde “Dertlerin kum tanesi gibi küçük, sevinçlerin Nisan Yağmuru gibi bol olsun. Öylesine mutlu ol ki gözlerinden akan yaş mutlu olmayı bilmeyenlere sadaka olsun” diye yazıyordu.

YARIN DA NİSAN YAĞMURLARINA DEVAM EDECEĞİM.