Ne yaşamışsak, neyi yaşamışsak yaşamaktan önemlisi zamanlamaymış; bu günlerde anladım bunu. Hazır olmadan başımıza gelenleri kabullenememiş, yeterince anlayamamışız. Çıkarmamız gereken sonuçlar eksik kalmış; kısaca biz eksik kalmışız. Zamansız çekilen acılar bizi değiştirmiş. Çabuk büyümek diyorlar ya bu duruma aslında çabuk büyümemiş erken susmuşuz; birileri bizi büyüdü zannederken.

Çocukluğumuzda eksik kalan ne varsa ömrümüzce  dolmaz bir boşlukmuş içimizde; o boşluğun acı verdiğini, o boşluğun kalan zamanımızda da hiç bizden ayrılmadığını anladım. Usulca inen bir akşam nasıl yayılırsa sessizce şehrin sokaklarına öyle yayılıyor mutsuzluğun yeni bulunan nedenleri.

Çekilen bir acının yıllar sonra nedenini bulmakla acıdan kurtulacağımızı sanırdım öyle değilmiş; bulunan her neden o acının yanına hüznü de eklermiş. Örneğin ben bunu bilmezdim; her insan gibi arada sırada fark ettiğim hüznün nedenini sorardım kendime.

Hüzün ki değiştirirmiş tüm renkleri. Baktıklarınızı, gördüklerinizi, dokunduklarınızı. Sevginizi. Kurduğunuz cümleleri. Aşkınızı. Sonraki aşkınızı.

İnsanın tek sahip olduğu zaman çocukluğuna aittir. Çocuklukta eksik yaşanan ne varsa izini geleceğe bırakır. Sevmek ancak sevilince öğrenilen bir duygudur. Sevilmeden büyüyen çocuk asla sevmeyi başaramaz. Asla güvenmeyi başaramaz. Asla mutlu olamaz. Doğru zamanlama ömrümüzdeki mutluluğun anahtarıdır. Zamanından önce karşımıza çıkan ne varsa hazır olmadığımız bir gerçekle karşılaştırır bizleri. Gücümüz yetmezken göğüslemek zorunda kalırız o yükü. O noktadan sonra dönüş yoktur. Asla eski biz olamayız.

Birine bir gün geç kalsanız belki de bir hayat girer aranıza. Birinin karşısına bir gün erken çıksanız belki görünmez olursunuz ona. Görünür olmakla görünmez olmak ne kadar yakın birbirine; işte en acımasız kavramımız ‘’zaman’’. Bazen görünür kılıyor bizi, bazen görünmez. Zaman ki hiç birimize aldırmadan akıp gidiyor. Kim bilir bu zamansızlık, zaman tutmazlık kaç boyut açıp kapıyor ömrümüzde?

Ben sizlere bu yazıyı yazarken birkaç dize ve bazı şiirler geçiyor aklımdan. Şiirle açıklanabilir gerçekler olduğunu biliyorum. Kalbimin yarısı hiçbir şeye geç kalmadın ‘’hadi’’ diyor; diğer yarısı ise ‘’çok geç’’. İnsan kendiyle kalbinin arasına sıkışırmış şimdi anlıyorum bunu ve biraz daha hüzün ekleniyor aklımdan geçen her şeye.

Aklından geçirmesi yetmiyor insana. Söylemesi gerekiyor. Söylemezse asla gerçeğe dönüşmüyor, hep sallantıda, hep bir köşede kalıyor insanın içini yakan gerçekler, duygular, acılar; hatta aşk bile. Söyleyerek gerçeğe dönüştürüyoruz içimizde dörtnala koşan atları. Yazmak ki ne yazdığınızın önemi yok ne yazarsanız yazın yazmak en çok yazanın anlamasını, fark etmesini sağlıyor. Bilmenin acı verdiği gerçeği de yine yazana kalıyor.

Fısıltıyla olsa da kurulmalı bazı cümleler. Kime kuracaksanız o cümleyi, kime söylemek istiyorsanız mutlaka söylenmeli. Belki zamanında söylenmiş bir söz olacak, belki bitmemiş bir şiir olarak kalacak erken söylendiğinden, ya da bir cümle kurup belki karanlığın kenara çekilmesini bekleyeceğiz umutla. Belki oturup bir kenara söylenmemiş sözlerin insanı nasıl zehirlediğini göreceğiz hep beraber.

Hiç birimiz iyi değiliz. Hepimiz yaralıyız. Hepimiz içimizde oluşan, içimizde taşıdığımız o boşluktan bakıyoruz dünyaya. O boşluk belirliyor neyin nasıl görüleceğini. Mihenk taşımız aslında içimizin boşluğu. Ne çıkarsa karşımıza, kim çıkarsa o boşluğa sürüp anlamaya çalışıyoruz. En çok da kendimizi törpülüyoruz orada.

Ya çok erken gelmişiz ve kimseler yok ortada ya da biz geldiğimizde her şey çoktan bitmiş, insanlar dağılmış, uçuşan kağıtlar, yorgun ve kirletilmiş bir meydan bulmuşuz.

Erken gelmek mi, geç kalmak mı? Sizce hangisi daha korkutucu?