Gültekin Sâmanoğlu Hisar dergisinin kurucuları ve mimarları arasında yer aldı. 1950 sonrası şiir ve yazılarını Hisar dergisinde yayınlamaya başladı.  Hisar’ın çıkmadığı dönemde ve kapandıktan sonra. Türk Edebiyatı, Türk Yurdu, Türk Dili ve Çağrı gibi dergilerde imzasını gördük.  1983 yılında, Sturga Şiir Şöleni’nde Türkiye’yi temsil etti.

Dünkü yazımda “Hayal havzumun suyu ipek, ipek duvaklım;” dizeleriyle başlayan   O Kadın” şiirinden söz etmiştim.

Edebiyat Tarihi Kronolojisine göz atarsanız, 1950 yılının karşısında  “Garip Şiir Akımı’na karşı doğan Hisar Grubu, Mehmet Çınarlı, Gültekin Sâmanoğlu, İlhan Geçer, Mustafa Necati Karaer gibi isimlerle birlikte "Hisar" dergisini çıkarmaya başladılar” cümlesini okursunuz.

Özellikle 1950 sonrasında yeni şiiri savunanlar, yalnız vezni, kafiyeyi atmakla kalmamışlardı. Şiirde âhenk ve musiki aramak yerine, dile takılacak kadar birbiriyle ilgisiz kelimeleri seçmişler, mânâ ve mantık yerine, saçma sapan sözlerle karşılık vermişlerdi. Hisarcılara göre,  realizm basitlik ve iğrençlik olmamalıydı. 

Diyorlardı ki:

“Şiiri çiğ bir realizme sürükleyenler, günlük dert ve sıkıntıların basit birer blânçosu hâline getirenler, memleket san’atından çok, Marksizme hizmet ediyorlar.  Bir ağızdan yapılan aşağı tabaka edebîyatı, yoksullukların, haksızlıkların, çirkinliklerin, kinlerin, hasetlerin büyüteçle büyütülüp şiir diye ortaya sürülmesi, kolay şöhret kazanmak, yeni görünmek hevesi kadar toplumu Marksist bir düzene götürmek için yapılan yer altı çalışmalarına destek olmak maksadını da taşıyordu.”

“Hisarcıların idealleri nelerdi? Neler Yapmak istiyorlardı?

İşte hemen aklıma gelenler:

Batının taklidiyle yetinilmesine karşıydılar. San’atın zorunlu şartı olan değişmeyi reddetmiyorlardı. Ama, bu değişmenin geleneklerin reddi anlamında olmaması gerektiğine inanıyorlardı.   San’atın, belirli bir siyasî görüş ve ideolojinin aracı, propagandası yapılmamasını istiyorlardı. Dil konusunda aşırılıktan kaçınıyor ve günlük dilin kullanılmasını savunuyorlardı. 

Tanzimat döneminde, Muallim Naci’nin karşısında olan zihniyet, yüzyıl sonra,  Hisarcıların karşısında da olmuştu. Çoğunluğunun katılacağını ümit ettiğim, Hisarcıların görüşlerini ortaya koyan bildiri  şöyle özetlenebilirdi:

1- San’atçı bağımsız olmalıdır. Bir doktrine angaje olmak san’ata ihanettir. Kişinin hayatına belli bir açıdan bakmak, onu insan yapan, yücelten duygu ve düşünce çeşitliliğini yok etmek, onun bin bir değer veya kusurundan birine saplanıp kalmak demektir. San’attan beklenen ise bunun tam zıttını, insanın iç zenginliğini yaşatmak olmalıdır. San’at, insanın yalnız nasıl olduğunu değil, nasıl olabileceğini, yani dar bakışla anlaşılamayan güçlerini de anlatarak kişiye ve topluma yeni özler katmalıdır. Buna “Sosyal Gerçekçilik” dedikleri sığ realizmle ulaşılamaz.

2- Millî olmayan san’atın sınırlarımızı aşacağı düşünülemez. Her edebîyatın millî şekilleri ve görüşleri vardır. Yenilik bunların geliştirilmesidir. Bir başka millî şekil veya görüşün aktarılması değildir.  Yoksa san’at da san’atçı da toplumdan koparak kendi insanımızdan uzaklaşmış olur.

3- San’atçının dili yaşayan dildir. Çünkü san’atçı diliyle vardır. Halka onunla seslenir. Servet-i Fünûn ve Fecr-i Atî bu hakikati umursamadıkları için, üstün şâir ve yazarlarına rağmen hiç yokmuş gibi unutuldular. Uydurdukları dil, eserlerinin kefeni oldu. Bugün “öztürkçe” denilen dil ırkçılığı da Türk dil ve edebîyatına sonsuz kayıplar  verdiriyor.  .... Hisar, dilin sadeleşmesini candan istemekte, buna çalışmakta ve işte bundan dolayı “tasfiyeci”lere karşı çıkmaktadır. Halkın kullandığı, benimsediği, Türk hançeresine göre düzelttiği kelimelerimizi Arapça veya Farsça diye öldürmek barbarlıktır. Çünkü o kelime ile binlerce mısra, atasözü, tekerleme ve cümle de ölüp gidecektir. Dil tasfiyeciliği ister istemez Türk kültür ve edebîyatını yok etmeğe doğrulmuş, bir kasıt manzarası göstermektedir.

“Kökü mazide ati olmak” bu mısra bütün Hisarcılar gibi, Gültekin Sağmanoğlu’nun da temel sanat anlayışını oluşturmuştu.

YARIN: GÜLTKİN SAMANOĞLU’NUN ŞİİRİ