"Ajanlık" hiç de basite alınabilecek bir suçlama değil. Eğer elde somut bilgi ve belge varsa, hedef alınanı yıpratmak veya iş olsun diye dosyaya konulmamışsa bir gülkede "ajanlık" suçunu işlemiş kişinin bir daha gün yüzü görmemesi gerekir. Bunu bir de "örgütlü" şekilde yapıyorsa, o örgütün bilgi kaynağı dahil dokunduğu herkesin mutlaka bir bedel ödemesi gerekir. Aksi taktirde, paraya ve güce kavuşmak için her şeyin mübah sayıldığı günümüzde, "Nasılsa yapanın yanına kâr kalıyor" diyerek herkes her yola sapabilir. Bunun sonucu da kaostur...

"Ajanlık" Adnan Oktar ve örgütüne dönük suçlamalar arasında en dikkati çekenlerden birisi olduğu için söylüyorum bunu. Elbette ailesinden koparılan insanların dramı, küçük yaştaki kızların trajedisi, özel hayatının mahremiyetine müdahale edilenlerin hukuku da önemli. Ama bunlarda mutlaka bir "zaaf" ve "lüks yaşamın ışıltılarına kapılma" gibi izahlar var. Peki ya ajanlık? Savcılık, soruşturmanın 2 yıl sürdüğünü ve delillerin teknik-fiziki takiple elde edildikten sonra düğmeye basıldığını açıkladığına göre, yargılama sürecinde "ajanlık" dosyada kalın bir yer tutacağa benziyor. "Askeri ve siyasi casusluk" olarak nitelendirildiğine göre, örgütün bu bilgileri elde ettiği kaynaklar da var mutlaka. Ama henüz dokunulmuş bir kamu görevlisine rastlamadık. Bakalım önümüzdeki günler neler gösterecek?

* * *

Bir önceki yazımızda, Adnan Oktar'ın değil tüm "paralel din" tüccarlarının tehlikesinden söz etmiş, gerçek dindarların kuşatılmışlığına son vermek için bu operasyonların devam etmesi gerektiğini söylemiştim. Dini eğip bükerek, Kur'an ayetlerini bir kenara bırakıp, uydurma rivayetlerle hükümler vererek oluşturulmuş "paralel din" sektörü var karşımızda. Müthiş bir ekonomik güce, dolayısıyla insan kaynağına hükmediyorlar. Para kaynakları, trafikleri de kayıt dışı, insan kaynakları da... Çoğu "dernek" veya "vakıf" adı taşıyor ama hiç bir denetime tabi tutulmadıkları için sahip oldukları sınırsız özgürlük alanı sayesinde sürekli güçleniyorlar. Diyanet İşleri Başkanlığı'ndan daha etkililer. Hatta, diyanet imamlarının arkasında namaz kılmayı bile reddedenler var. Kendi içlerinde bir hiyerarşik yapıya sahipler ama sürekli bölünüyorlar. Bölünme nedenleri "içtihat" farklılığı değil, "güç paylaşımı"ndan kaynaklanıyor. Dini hüküm olarak dile getirdikleri doğruların içerisine öyle şeyler katıyorlar ki; insan dinini bilmese onlara uyup imandan çıkacak. 

Küçük yaşta çocukların evliliğine fetva vermekten tutun, kadını şeytanlaştıran zırvalarına kadar öyle şeyler dayatıyorlar ki topluma "Cahiliye dönemi"nin adetlerini hortlatmaktan başka bir işe yaramıyor. Adnan Oktar ve ekibi, kadını tamamen "cinsel meta" olarak ortaya sürüyor, pavyon eğlencesini andıran seanslarla "hocalık" unvanını sürdürüp gidiyordu.

* * *

Bunların yüzünden toplumda oluşan yanlış algı en çok da gerçek dindarların boynunu büktü. Saçma sapan zırvalarla ortaya çıkan sözde hocaefendiler sabrını taşırmış olmalı ki; Cumhurbaşkanı Erdoğan da 8 Mart Dünya Kadınlar günü konuşmasında bunlara tepki göstermişti. Erdoğan, din adına ortaya çıkarak kadınlar hakkında İslam'da yeri olmayan içtihatta bulunduklarını söylediği kişileri "marjinaller" olarak nitelendirerek, "İslam'ın güncellenmesinin gerektiğini bilmeyecek kadar da aciz bunlar. Siz İslam'ı 14 asır öncesi hükümleri ile bugün uygulayamazsınız. Beni birçok hocaefendi tefe koyacak o ayrı mesele. Rabbim bizi tefe koymasın" demişti. 

Bu sözleri, Erdoğan'ın dışında kim söylerse söylesin müthiş bir linç kampanyası başlar, o kişi anasından doğduğuna pişman edilirdi. Hatta "dini değerleri aşağılamak"tan tutun da, din düşmanlığına kadar birçok suçlamanın altında ezilirdi. Erdoğan, yerden göğe kadar haklı olduğu bu saptamayı yaptı ve "paralel din tüccarları" seslerini kesmek zorunda kaldı. Ama susmaları yeterli mi? Hayır... Çünkü, "devlet okulunda eğitime" karşı çıkan, kadını dört duvar arasında cehalete hapseden bu mekanizma "cahiliye tipleri" üretmeye devam ediyor. Bunların oluşturduğu çok sayıda Alamut Kalesi'ni yıkacak, karşı çıkamayacakları, linç edemeyecekleri tek isim Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'dır. İkinci bir ismin bu faciaya son verme gücü de yoktur, şansı da...

* * *

Siyasi irade, Fetullahçı Terör Örgütü'nün (FETÖ) ardından Furkancılara, sonra da Adnancılara neşteri vurdu. FETÖ ile Adnancıların birçok noktada yollarının kesiştiğini, hatta Adnan Oktar grubuna yapılan operasyonun ardından ilk tepkiyi verenlerin yurtdışına kaçmış FETÖ'cüler olduğunu gözlemliyoruz. Peki; FETÖ'yü ve Adnan Oktar'ı eleştirenleri anında "din düşmanı" ilan eden dinamikler ne alemde?

Adnan Oktar'ın televizyonuna çıkıp, FETÖ ağzıyla "şucular, bucular" diyerek önüne gelene suçlamalar yönelten, söz ve kalemleriyle kişilik suikastleri yapan "Haşhaşi"ler ne olacak?

Sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan ve siyasi hareketi için değil, Türkiye'nin tüm kesimleri için "tehlikeli tip" olan "güce tapanlar"ın yaptıkları yanlarına kâr mı kalacak?
Adnan Oktar, düşüp kalktığı dış uzantılara bakmaksızın Tayyip Erdoğan savunuculuğu ile kendisine koruma kalkanı oluşturmaya kalkıyordu. Bunun kendisini koruyacağına inanıyordu. Ahmet Hakan Coşkun'a operasyon sabahı telefon ederek "Bundan Tayyip beyin haberinin olduğunu zannetmiyorum" diyecek kadar emindi kendisinden.

Artık sıra Tayyip Erdoğan'ı savunuyor gözüküp, geçmişte hem FETÖ'yü, hem Adnan Oktar'ı hem de her türlü "paralel din" baronunu meşrulaştırmaya çalışanlara gelmelidir.