Kor durumunda ateşmiş cemre. Öyle tanımlanıyor sözlüklerde. İlkbahar başlangıcında yedişer gün arayla havada, suda, toprakta meydana gelecek sıcaklık artışıymış. Türk-Altay kültüründe ve mitolojisinde ''imre'' diyorlar.
En çok babam bilirdi bunları. Baharı, cemreyi ve ne zaman düşeceğini. Önce havaya. Sonra suya. Sonra toprağa. Cemre düşünce topraktan buhar yükselirmiş öyle derdi.

Gülleri vardı. Çiçekleri. Parmaklarıyla sayardı baharın gelişini. Ben yazmıştım bunu bir yerlerde. Yıl kaçtı anımsamıyorum. Ama aradım ve buldum o şiiri. 2005 yılında söylemişim. Demişim ki;

''Babam çiçeklerin patlamasını bekliyor,
  parmaklarıyla sayıyor baharın gelişini.
  her yıl biraz daha seviniyor.
  Annem uzun bir cümle oluyor hepimizde.''

Ayrılık adlı bir şiirde söylemişim bunları. Şimdi aylardan Şubat yıllardan 2018 ben bunları yazarken ya da siz bunları okurken babam yok artık benim. 2 Eylül 2017 günü dalından havalanıp, uçan bir kuşun bıraktığı boşluk kadar bir boşluğu bizlere bırakarak uçup gitti. Bayramın ikinci günüydü. Daha dün elini öpmüştüm. Bayram günü bir evden cenaze çıkması ne demekmiş öğrendik kardeşlerim ve ben.

Severdim onun yaptığı hesapları. Şu gün cemre düşecek derdi, şu gün toprak ısınacak, şu gün su yürüyecek çiçeklere. Gün gün sayardı hayatın neresinde olduğumuzu. 49 yaşındayım, yani benim kırk dokuzuncu  baharım ve cemre benim ilk kez içime düşüyor. Evet gerçekten kor bir ateşmiş cemre.

Size aslında ben bahardan söz etmek istiyordum.  Ama babam geldi aklıma, öyle coşkuyla söz ederdi ki baharın gelişinden.  Utandım ve sustum. Oysa çoktan görmüştüm havalara aldanıp çiçek açan badem ağaçlarını. Topraktan ve sudan yükselen buğuyu. Buğu dedim de; ne diyordu Ahmet Erhan,

  "Eve hep geç saatlerde gelen babaların
   ayak izlerinden yükselen buğu
   Bir toprağın, dalına dokunamadığı yerde büyüyen boşluk''
    
Sizlere bir sürü cümle kurabilirim elbet. Bunun bir önemi yok.  Ben bu yazdıklarımı okuyan kişiyi düşünüyorum.  Akşam kalabalığında, karşıya geçerken zar zor yer bulduğu vapurda bu yazdıklarımı okuyan kişiyi. Bu vapurlar, akşam üstleri, bu yalnızlık, bu kalabalık, bu Türkçe bize birazda Sait Faik'ten armağan değil mi? Kim olduğunu bilmiyorum sayın okur. Cinsiyetini de. Ben sadece konuşuyorum seninle. Sana anlatıyorum içimden geçenleri. İskeleden evine kadar yaşadığın hüzün oluyorum. Sonrası hiç. Seni tanımıyorum ya rahatlığım bu yüzden. Şimdi sen hangi vapurdasın, hangi otobüste, tramvayda falan bilmiyorum. Yalnızca camdan baktığın anda akıp giden sokağı görüyorum. Akıp giden hayatı. Akıp giden mevsimleri.

En güzel benim babam beklerdi baharın gelişini. Bir çok masalı bilerek dokunurdu güllere, çiçeklere, fidanlara. Ve o fidanların ne istediğini anlayarak. Yaşayamamış bir çocuğun yaşama nasıl sarıldığını görürdüm ben. Ama hiç söylemezdim anladıklarımı, hissettiklerimi.

3-5 kişinin anlayacağı bir şiir yazmıştım ona. Demiştim ki;

31 MART-1 NİSAN

Kırık bir kalple geçirdi 70 yılı babam.
ben onu yüzüyle rüzgarı öperken tanıdım
bir kuyudan deniz çekerken.
Benden önceydi bu
başka bir acının  kenarında.
Konuşmam için unutmam gerekti bildiğim masalları.

Ben onu  bir ağaçtan orman yaparken gördüm
sırtındaki acıdan ilişirken hayata.
Unuttuk kaç kişi olduğumuzu
hep bir eksik çıktık sayımlarda.
Bitkilerden ve yaban otlarından söz ettik.
Sarmaşık bir şeyler vardı ömrümüzde

Bir fotoğrafa bakamıyorken  tanıdım babamı.
Kendi ayak seslerini unutan amalar buldum.
Ama anlatamadım göğsüme inen yıldızlara
aslında maviydi gözlerim.
Tel tel çektim gözümün ibrişimlerini.
Babama benzemek için ela yaptım.


Gerçekten maviydi benim gözlerim. Tel tel çektim gözümün ibrişimlerini. Babama benzemek için ela yaptım.

Sahi kaç cemre düşecek bu bahar?