Fethullah Gülen ve ona bağlı "cemaat" yapılanmasına dair her gün yeni bilgiler, iddialar çıkıyor ortaya. Her ne kadar günümüzün muktediri siyasiler ve medyanın önemli bölümü, örgüt yapılanması içerisinde yer alanları "17 Aralık'tan önce" ve "17 Aralık'tan sonra" diye ikiye ayırsa da, bu tehlikeli bir durum. Çünkü, bu ve benzeri örgütleri tanımak için çıkış noktalarından büyüme ve sarmaşık gibi devleti kuşatma evrelerini çok iyi tanımamız gerekiyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere iktidar yetkilileri "40 yıldır devlet içerisinde sinsice büyümüş" tanımını yapıyor. Devlet sistematiğinin bağışıklık sistemi 40 yıldır bu tür mikroplara karşı duyarsız hale getirilmiş demek ki!

Gülen'i bugün etkisi altında tutanlar ve Türkiye'ye karşı kullananlar, 40 yıl önce de bu hareketin destekçileri arasında yer alıyor muydu? 40 yıl öncesine dair bildiklerimiz bir kenara, biz şahit olduklarımızı anlatarak Fethullah Gülen ve ekibinin devlet içerisinde nasıl "makbul" ve "hatırı sayılır" bir hale geldiğine dair bir örnek verelim.

Komünizmle Mücadele Derneği'nin Erzurum Şubesi kurucusu bir vaizden, yedi başlı bir ejderha üreten sistemi baştan sona sorgulamak zorundayız. Farkındaysanız, 17 Aralık'a kadar Fethullah Gülen'le gönül bağı olan ve tüm lojistik desteklerde önemli rol oynayan isimler de, o yıllarda ABD ittifakıyla kurulan dernek veya siyasi yapılanmaların içinden gelmiyor mu?

* * *

Önce şu gerçeğin altını çizelim. Fethullah Gülen, devlete sızma sürecini AK Parti döneminde hızlandırmış olsa bile, bunu geçmişten gelen tecrübesiyle başardı. Devletle içli dışlı olup, bürokratik dişlinin işleyişini en ince ayrıntısına kadar öğrenişi "dört eğilimi bireştiren" Turgut Özal dönemine dayanır. Tarikatlerin, cemaatlerin ticarete atılıp, holdingleştiği dönem yani... Sonraki iktidarlar da hiç masum değil bu konuda.

Doğu Bloku çöküyor, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği dağılıyor, Türk cumhuriyetleri birer birer özgürlüğüne kavuşuyordu. Türkiye bu döneme hazırlıksız yakalanmıştı. Orta Asya'daki Türk cumhuriyetleri "devletlerini" kurarken, Türkiye'den abilik bekliyor, hatta daha fazlasına da ihtiyaç duyuyordu.

İşte o Doğu Bloku'nun çöküşü döneminde, Turgut Özal da oradaki Türk cumhuriyetleri ile hızlı bir kaynaşma sürecine gitmenin yollarını arıyordu. Bu yolların en başında da, ırk kardeşliği yanında din kardeşliği geliyordu. Fethullah Gülen camiası, Türkiye'deki cemaatlerden çok daha önde donamıma sahipti bunun için. Hızla, bağımsızlığını kazanan Türk cumhuriyetlerinde "yerel dille yayınlanacak" gazeteler ve geleceğin yöneticisini yetiştirecek okullar kurulması gerekiyordu. Gülen camiası da, okul ve dershanelerde söz sahibiydi, gazetesi de vardı. Zaman, Yeninesil ve Milli Gazete'den daha geniş yelpazesiyle dikkat çekiyordu.

Daha birkaç yıl önce ilk matbaasına, vaazlarda toplanan himmetler ve borçlarla İngiltere'den getirilen bir hurda makineyi revize ederek kavuşan Zaman Gazetesi, bu dönemde ardı ardına Türk cumhuriyetlerinde gazeteler kurmaya başladı. Bildiğimiz devletlerin hepsinde birer Zaman gazetesi bürosu açıldı ve her birine özel baskı yapılmaya başlandı. Yarısı kril alfabesi, yarısı da latin alfabesi ile hazırlanan gazeteler tüm Orta Asya cumhuriyetlerini kapladı. Başkırdistan gibi kimsenin adını duymadığı bir yerde bile gazete çıkarıldı.

Okullar da ardı ardına açılmaya başlandı. Görevi dönemin Başbakanı Turgut Özal vermişti. Gerekli lojistik desteği de... Elbette devletin dışişleri yanında istihbarat örgütü de işin içindeydi. İlk başlarda işler yolunda gitti ve Zaman temsilcileri, bulundukları ülkelerin devlet başkanlarının danışmanlığını da yaptı. Hatta DYP-SHP koalisyonunun Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin, bir Orta Asya gezisinden sonra "Büyükelçilerimizden görmediğim desteği Zaman temsilcilerinden gördüm" diyecekti Yenibosna Kalander Sokak'taki gazete binasındaki bir sohbetinde.

* * *

ABD ve müttefiklerinin, Doğu Bloku'nun çöküşünün ardından uygulamaya koyduğu "Ilımlı İslâm" projesi için de Fethullah Gülen camiası biçilmiş bir kaftandı. Eğitimde söz sahibi olan ve medyası bulunan bir teşkilattan daha ideali zaten yoktu.

Fethullah Gülen'in 28 Şubat'ın şefleri tarafından yurt dışına çıkmaya zorlanması da ABD'nin işine geldi ve Pensilvanya günleri böylelikle başladı. Gülen, Papa'ya 1998'de yazdığı "medeniyetler ittifakı" mektubuyla zaten bu yolun açılmasını sağlamıştı. Gülen ABD'ye gitti ama Özal döneminde önce bakanlıklara ardından gelen iktidarlar döneminde de devletin diğer mekanizmasına kök salmaya başladı. TSK'yı bilmem ama, Polis Akademisi ile okulların sınavları yapılacağı dönemde, dönemin İçişleri Bakanı'na sarı zarflar içerisinde listeler gittiğini biliyorum. İnkâr eden de yok zaten.

Peki, Fethullah Gülen gider, bir başkası gelirse diye devletin bağışıklık sistemi bu sızmayı önleyecek şekilde yeniden yapılandırılıyor mu? Ordu içerisindeki cuntacı Gülenistlerin tekrar türememesi için TSK'nın bin yılı aşkın geleneklerden süzülerek gelmiş yapısını değiştiriyoruz da, cuntanın sivil destekçilerinin eğitildiği kurumlarda ne tür tedbirler alınacak? Yine "bizim cemaat" ayrımcılığı devam edecek mi siyasetçileri seçerken? Kamuya girişte yapılan mülakatlarda "kırmızı kıravat, beyaz gömlek, takım elbise" şifresi yerine, bir başka referansa dayalı simgelerin devreye girmesi nasıl engellenecek?

İşte bu sorular orta yerde dururken, acele alınan önemli kararlara kuşkuyla bakma hakkım var...