Dünkü yazımda çocukluk günlerimin mektuplarından söz etmiştim.

Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu, dedikleri gibi, şimdi herkesin cebine çifte telefon girince, mektup denilen olay bitti. O da yetmedi interneti, twitteri, facebooku telefonun tahtını sallamaya başladı. Oysa o zaman Şarkışla'da, Müvezzi Adiller, Müvezzi Mehmetler saygın ve yolları gözlenen kişilerdi.

Elif nine, Haydarlı Pınar'ının karşısında evi olan Nazım Dede; mektup okuma ve yazmalarının sonunda bana masal anlatırdı:

"Bir varmış bir yokmuş, Allah'ın günü çokmuş. Az söylemesi sevap, çok söylemesi günah imiş. Hikâye hekmiş, çamura çökmüş, çekince kuyruğu kopmuş.."

Keşke unutmasaydım ya da unutmadan önce onları yazsaydım. O kadar çok masal ve hikâye öğrenmiştim ki. Arzu ile Kamber, Emrah ile Selvi, Yaralı Mahmut, Eşref ile Zühre, Ağlayan Nar ile Gülen Ayva, Zümrüt Anka Kuşu daha neler neler. Bunlar yalnız mektup yazmanın kazanımı değildi kuşkusuz. Tandır başında babaannem Ümüs ana, babamın halası Hüsne kadın ve Aniş ememden öğrendiklerim de vardı. Bu yüzden olsa gerek, Eflatun Cem Güney'in radyoda kendi sesinden yayınlanan masallarının tutsağı olmuştum.

İşte o evin önünden aşağıya doğru bir kaç adım attım. Şu sokak Hacelobası'na giderdi. Hani o ünlü "Hacelobası'nı engin mi sandın," türküsünde geçen mahalle. Yolun aşağısında Haydarlı pınarı vardı. O zamanlar dillerden düşmezdi Haydarlı türküsü. Kadınlar hem söyler hem halay çekerlerdi:

Ben de Haydarlı'dan beri gelirim
Kul olur da kapınızda ölürüm
Üç günden sonra da nikâh olurum
Akan sular aleni aleni yâr
Coşkun sular gel eğleni eğleni yar...

Gümüş güğümlerde gaynadım coştum
Kendi yağım ile gavruldum piştim
Gadirim giymetim bilmeze düştüm

.....

Ağacın çürüğü özünden olur
Yâr için ağlayan gözünden olur
Yiğidin iyisi sözünden olur

.......

Süpürge devşirir gelir ırmaktan
Yüzükler görünür gargı parmaktan
Öldüm bittim o yâre ağlamaktan

.....

Cami duvarının goru ben olsam
Oğlan çiçek olsa arı ben olsam
Şu yiğidin nazlı yâri ben olsam
Akan sular aleni aleni yâr
Coşkun sular gel dolanı dolanı yâr

Haydarlı pınarında bir kaç oluktan patır patır sular boşalır, küründe buğday, çamaşır yıkanır, yalaklarında hayvanlar sulanır, ördekler yüzerdi. Haydarlı'nın ayağı bostanlara doğru akar giderdi.

Hey gidi Haydarlı nerede kalmıştı, bostanlara ne olmuştu?

Pınar başları kaçgöç yıllarında kadınların, kızların tek güneş yüzü gördükleri yerlerdi.

Haydarlı pınarı da bir hayat okuluydu. Çarşı ve Ulucami'den inen yol buradan sağa döner ve İstasyon Caddesi ile kesişirdi.

Köşedeki ev, şimdi harabe olmuş. Şarkışla'da taş ve betonla yapılmış çok ender evlerden biriydi. Önünde güllerin olduğu avlu da yok olmuştu. Hüzünlendim.

O zamanlar gözüme saray gibi ihtişamlı bir yapı olarak görünürdü. Şimdi bir kulübe gibi görünüyor. Çocukluğumun bütün izleri silinmiş. O izler yalnızca benim ilk gönül tınlamasını duyumsadığım ve ruhuma perçinlenmiş anılarımda kalmış. Toz pembe yılların anılarına daldım.

Bu evin önünden geçebilmek için ne sebepler yaratmazdım ki?

Bu büyük büyük camlardan değil, daracık bir pencereden bir yüzü görebilmek ne büyük heyecan kaynağı, ne ulaşılmaz bir tabuydu...

Değil gönül sızımdan, varlığımdan haberi var mıydı? Çocuktum ama, Ama ne hayaller kurardım.

Kaf dağının ardından ona armağanlar getirir, onun yolundaki devanalarını yenerdim."

Şimdi nerededir? "Kim bilir."

Şimdiye kalan ne?  Bir çift siyah göz, bembeyaz ay gibi bir yüz, yanağında bir ben ve yüreğimdeki sızı."

İstasyon Caddesinin aşağısında Cumhuriyet İlkokulu ve Ortaokul vardı.  Öğrencilerin bir kaçı kız, diğerlerinin hepsi erkekti.  Kızlara yaklaşıp bir kaç cümle söz söylemek mümkün müydü? Oysa şimdi önlerinden kız, erkek öğrenciler, şakalaşarak el ele, göz göze geçiyorlardı.

İçimden "Dün mü bugün mü?" sorusu geçti. "Dünü bir kez daha, ama şimdiki kafamla yaşamak isterdim," diye düşündüm. Önümde iki öğrenci gidiyordu. Oğlan kızın omuzuna elini atmış, kızın kolu oğlanın belindeydi.