Desem ki: “Ağzı var dili yok haber verir sözü çok.” Siz de ters yüz edip bana “ Ne ağzı var ne dili konuşur insan gibi,” diye soruma soru ile karşılık verebilirsiniz.  

Günümüzün gençleri nereden bilsin cevabını. Yaşı ellinin üzerinde olanlar pek çok örneği sıralayabilirler:

"Sivas’ta süt pişti / Kokusu buraya düştü."

“Uzun yoldan bir kuş gelir, ne söylese hoş gelir."

“Alladım pulladım karşı köye yolladım.”

“Ben söylerim o susar, o söyler ben susarım.”

Bilmecelerin cevabı tahmin ettiğiniz gibi mektuptu.

Şimdi biraz da mektubun folklorumuzdaki yerine ve önemine göz atmak istiyorum.

Sözlüklerimiz, ansiklopedilerimiz, bir haber vermek, bir şey sormak, istemek üzere birine gönderilen yazılı kâğıda, mektup adını veriyorlar.

İnsanlar eski çağlarda başkalarına duygularını düşüncelerini çeşitli şekilde bildirirlerdi. Yazı bulunduktan sonra birbirlerinden uzakta yaşayan kişiler mektupla haberleşmeye başladılar.

Yazıdan önce mektupla anlatılacak düşüncelerin anlamı belirli işaretlerle başkalarına ulaştırıldığını çeşitli kaynaklardan öğreniyoruz. Bu açıdan mektubun tarihi hemen hemen yazıdan da eskidir diyebilirim.

Yazı ile mektuplaşma geleneği kurulduktan sonra giderek gelişti. Sonraları telefon, telgraf gibi haberleşme araçlarının bulunmasına rağmen bu gelenek ve görenek devam etti.

O kadar ki, kimlere ne şekilde ne yolda mektuplar yazılabileceği ne gibi mektupların nasıl cümlelerden meydana geleceği değişmez kurallar halinde yerleşti.

Hemen burada bir halk hikâyesinden örnek vermek istiyorum. 1975 yılında Sivas’a bağlı Çongar köyünde Âşık Hasan Kalputçu'dan derlediğim Eşref Bey hikayesinde, hikayenin kahramanlarından Zöhre sevgilisi Eşrefe bir mektup ulaştırması için bezirgana yalvarır. Bezirgan, kağıdı kalemi eline alır.

Yazmaya hazırdır. Gerisini hikâyeden aktarıyorum:

" .... Kırksekiz örgünun birini ağ göğsü üzerine batırdı da bakalım Zöhre'ne dedi:

“Götür bu nağmemi çok selam söyle,

Koca sakalından haberdar olur

Yandı kara bağrım yar hasretinden

Sevdan gitmez bu sinemden ar olur.”

-Yazdın mı Ali Bezirgan?

-Yazdım.

-İşte bir daha söylüyorum. Onu da yaz:

“Götür bu nağmemi de yârin eline

Duysa gam kuşanır bağlar beline

Yolun uğratınasın Irak eline,

Korkarım ömrüme bir zeval olur.”

-Yazdm mı Ali Bezirgan?

-Yazdım.

-Bu beyiti de söyleyeyim de yeter dedi. Aldı bakalım ne söyledi:

“Götür bu nağmemi yâre bergüzar

Aklıma düştükçe yarem sızılar

Ben Zöhre'yim Eşref yâri arzular

Korkarım kavuşmak müesser olur. "

Gerek tarih içindeki gelişmesi, gerek konuları bakımından mektupları; resmi mektuplar, iş mektupları, edebi mektuplar, açık mektuplar ve özel mektuplar diye sınıflamak mümkün. Ancak, bunların ayrıntılarına girmek amacında değilim.

Mektubun;

"Eş kır atan meydan bizim

Yardan haber geldi bu gün.

Yüklenmişken gam yükünü

Saza ceran geldi bugün...” diyen Karacaoğlan'ı coşturan yönüyle ilgilenmek istiyorum.

Ya da Mehmet Zeki Akdağ'ın:

" Geceden kurtarır karanlıkları

Zulmeti yıkardık hatırlar mısın

Arzuların kanadında ruhumuz

Göklere çıkardık hatırlarmısın

 

Bitmeyecek düğün sayar yarını

Dumansız görürdüm dağ başlarını

Bütün bir senenin telaşlarını

Denize dökerdik hatırlar mısın?"  dizelerinde olduğu gibi özlemli duyguları öne çıkaran yönüyle, müjdesiyle güldüren, kara haberiyle ağlatan, mani mani özlem duygularını döken yönleriyle ilgilenmek amacındayım.

Kimi mektup şiirleri de sizi derin düşüncelere sürükleyebilir. Örneğin Sabahattin Ali’nin “Son Mektup” adlı şiiri sanki bir intihar mektubunu anımsatır: 

‘’Ey yar, bu mektubu aldığın demde

Kara topraklara verdim kendimi

Her şey bana engel oldu alemde,

Bir coşkun nehirdim, yıktım bendimi.

 

Benim gönlüm doğusundan deliydi;

Başka dünyaların şaşkın seliydi

Bunun böyle olacağı belliydi

Her şey biter sel yerine döndü mü’’