Eskilerin 'bin çeşit hüner sahibi' olan kişiler için kullandıkları 'hezarfen' kelimesini yaşatan Ahmet Yakupoğlu'na geçtiğimiz hafta veda ettik. Gerek şahsi izlenim, tespit ve görüşmelerimden notlar, gerekse yaptığımız araştırmalar sonucunda, Yakupoğlu Hocamızın kültür, sanat, musıki, insan ve hayat hakkındaki, görüşlerini paylaşacağız sizlerle

Eskilerin 'Hezarfen', 'bin çeşit hüner sahibi', olarak andıkları ve kelimenin tam manası ile günümüzde yaşayan ve geçtiğimiz hafta 96 yaşında Hak'ka yürüyen. Kütahyalı, binbir hünerli, dost ve güzel bir şahsiyete, Ahmet Yakupoğlu'na, veda ettik. Menzili mübarek olsun. Tanışmak ve Kütahya'daki o kültür, sanat, musıki ve muhabbet çırağı olan evlerinde ziyaret etmiş ve farklı zaman ve mekanlarda da, görüşebilmiş olsak da, maalesef güzel sohbetlerinden, musikisinden ve sanatından, kafi derecede  de, istifade edememiş olsak da, her zaman gönlümüzde sevgisi ve hürmeti yaşamış, eserleri ve hizmetleri ile gönüllerimizde, baki kalmış bir hocamız, ağabeyimiz, bir gönül insanı idi. Kütahya'da 'Ressam Ahmed' olarak tanısa da, o sadece bir ressam değiildir, Minyatür sanatkarı, Neyzen, Rebabidir, sosyal hareketlerin en önünde, çevre korumacıdır, vakıfçıdır. Anadolu Türk İslam Kültürünü yaşamış ve ömrü boyunca yaşatma, ve öğretme gayreti içinde olmuş, hizmette en önde ama her zaman mütevazı kişiliği ile anılmış bir şahsiyet idi. Bu hafta, Yakupoğlu Hocamızı, gerek şahsi izlenim ve tespit ve görüşmelerimden notlar, gerekse yaptığımız araştırmalar sonucunda, hocamızın kültür, sanat, musıki, insan ve hayat hakkındaki, görüşlerini paylaşacağız.



HOCAM, ELİMDEN TUTTU, SAHİP ÇIKTI...

Sizin sanat ve musıki hayatınızda tesir altında olduğunuz, sanatlarında hüner sahibi hocalar kimlerdir?

Kütahya'da 1920'de doğmuşuz. aubam, Mutasarrıf Fuat Paşa'nın, süvari zabtiyesi, annem de böyle okumuş bir gadındı, eski günlere göre. Ku'ran'ı ve diğer bir çok başka kitapları okuyabilen, manalarını anlayabilen bir insandı. Beş yaşımızdan beri resim yaparız. Kütahya'da adımız 'Ressam Ahmed'dir. Çocuklar dahi, 'Ressam Ahmed' derler. Halkın içindeyiz biz. Ben halk arasında yaşadım, ömrüm boyunca. Evden habersiz, İstanbul'a gittim. İş aramak aradım, akademiye girebilmek için, kırk gün iş aradım. İmkanı yok, o Alman Harbi'nin, şiddetli zamanlarıydı. Neyse, döndük geldik, tabii. Bir yıl geçti ve ertesi sene, yine gelen Süheyl Ünver, adı hayatımın her anında vardı artık. Benim doktorumdu, artık. Kütüphanelere devam ediyorum ben. Kahvelere, oyunlara, şuraya buraya gitmem, alışkın değilim. Cigara yok bizde, içki yok. Nihayet, kütüphaneye devam ediyorum. 'Ben gidinceye kadar burada bulun ayrılma!' diye tenbih etti, çıkarıp kartını verdi. İkinci Harbi'nin en karanlık günleriydi. Biz de gördükleri fevkaledikler, ne idiyse, bilemiyorum; Süheyl Hoca'ya elimizden tutarak getirdiler... Feyhaman Atölyesi'ne yerleştirdiler... Bütün masraflarımızı deruhte ederek,  ender görülür bir alaka ve muhabbetle, bu işin bir neticeye ulaşasını temin ettiler...

'AKARSULARIN RESSAMI'

Resimlerinizde tabiat, tarih ve mimari öne çıkıyor. Bu bir tercih midir ve neden?

Sene sonunda, Feyhaman Atelyesi'ne gönderdi beni, Süheyl Bey. Feyhaman Bey, portrede Yekta... Feyhaman Bey, 'Ne yaptın?' diye sordu. O yazın yaptığım resimlerden, götürdüm otuz-otuzbeş gadar resim. Bunladan onbeş danesini seçmiş, intizamlı şekilde pasportu yapmış. Ve bana, 'Paris'te, bu resimlen ile resim sergisi açabilirsin' dedi. Feyhaman Hocamın, tavsiyesi vardır bana; 'Bu yaptığın resimleri, zayi etme. Elden çıkarma, tabiata çık, tabiatta çalış, tabiatı öğren, ondan sonra, ne istersen yap.' Derdi. Ben, kırk yıl tabiata çıktım ve yürüyerek gidip, gelip, bu su başlarında, sokak başlarında, abidelerin, karşısında, bizzat tabiatta realist bir üslupla çalışarak, ikibinin üzerinde eser meydana getirdim ben. Başka, ne yapabiliriz ki... Muhakkak tabiatı yapacağız ve bu vesile ile de tabiatı öğreneceğiz. Doktorlar, nasıl insan vücudunu öğreniyor ise, biz de tabiatın dış görüntüsünü, rengini, şeklini havanın çeşitli hareketlerini, sularını, ağaçlarını öğreneceğiz.  Ama tabiatı öğrendim ben. Suları, akarsuları, köpüklü, durgun ya da ayna gibi suları, benim kadar etüd etmiş ve o işde muvaffak olmuş, pek ben daha şimdiye kadar göremedim. Yani bizim memleketimizde tabi....Onun için, 'O köpüklü, akarsuların ressamı' diye, arkamdan konuşuluyor tabi...

KAİNAT ONUN ESERİ, ONUN YOLUNDAYIZ

Tabiatı olduğu gibi mi, yansıtıyorsunuz? Yoksa, kendinizden de birşeyler katıyor musunuz?

Tabii ki, ilk mevzumuz insan. Tabiatta gördüğümüz her şey insan için yaratılmıştır. Aslında, resmin de gayesi, Allah'ın insanlar için yarattığı, bu tabiata, insanın dikkatini çekmektir. İnsan, yani sanatçı mutlaka, hissettiğini eserine yansıtacaktır. Buna ister psikoloji deyin, isterseniz başka bir şey, zaten his olmazsa, duygu olmazsa, resmin fotoğraftan farkı kalmaz. Yalnız günümüzde, bazı sanatçıların sadece, his diye ortaya koydukları bir resim var. Aslında buna, anarşi demek, daha doğru olur. Anarşi. Hocalarımız, Avrupa görmüşlerdi. Çallılar, Feyhamanlar, Türk sanatına imza atmış, bu yapının temel taşıydı onlar. Bize her türlüsünü gösterdiler. Fakat, 'böyle yapmayın ha!' diye tembihleri vardı.  Resmi yapmayanlar, tabiatı, ağaçları, sonbaharları ışık oyunlarıyla, resim edemeyenler, o türlü şeylere yöneliyorlar. Televizyonlarda her Allah'ın günü, mantıklı mantıksız bir sürü şeyler gösteriyorlar. 'Efendim, ben böyle yorumladım, şöyle kendimden şunları yaptım...' diyorlar. Bunların hepsi, bu anarşistlerin, insan zekasını dejenere etmek için, uydurdukları şeyler. Bu işin başında da, Picasso dedikleri adam var. İnsanların zevkini bozmak için, girmiş bu yola. Sırf insanların zevkini, dejenere etmek için. Çok kötü resimleri vardır. Ve yapmıştır, başarılı da olmuştur. Ama tabiat resmi yaptığınız zaman, Cenab ı Allah'ın, o ilahi kudreti, o güzellikler, güzelliği, ağaçlıklar mı, sular mı, efendim bulutlar mı, ne istiyorsanız, Onun eseri. Biz, Onun yolundayız. Başka yol, ben pek bilemiyorum.

BOĞAZİÇİ VE KÜTAHYA'YI, BU GÜNE TAŞIYAN RESSAM

İstanbul ve Kütahya'ya ait resimleriniz ile tanınıyorsunuz. Bu iki şehir sizin için ne ifade ediyor?

Kütahya'nın bütün sokaklarını, asar ı atikalarını, mesire yerlerini, şahıslarını, yetişebildiğim kadarıyla, resimlerini yaptım. Bir koleksiyondur. Bugün elimizde, binin üzerinde resimden oluşan bir koleksiyonumuz var.  Yetmiş bin küsur dönüm, ağaçlandırdık. Ama ağaç sevgisi benim, çocukluğumdan itibaren var. Dağlardan, mahallenin çocukları ile fidanları getirip, mahallenin meydanına diktiğim, diktirdiğim, onbeş yaşımdan beri, var bu ağaç sevgisi, yani tabiat sevgisi. Bahçe merakım da zaten, yine çocukluğumdan beri var.

Mektep arkadaşım, tezyinattan, aynı zamanda kendisi ressam Nadide Uluant Hanım var onunla beraber çıktık. Süheyl Hocamızın muhterem kerimeleri Gülbin Abla da, beni çeşitli yerlere, Boğaziçi'nde getirdi, götürürdü, başımda bekledi. Oralarda, yalıları tespit ettik, bir takım o yalıların arkasına düşen, eski sokakları tespit ettim ben. Bu çalışmalar ile ilgili, Türk Petrol Vakfı bir albüm çıkardı. Süheyl Hocamızın vefatı senesi, bahardı ve o sene bahar, pek müsait geçti. Erguvan baharı, Boğaziçi, mor salkımlar ve erguvanlar. O sene bir ay müddetince, bunları takip edebildim ben. Bazı bunlar hemen gelip, geçer, ya yağmurla, ya sıcakla.  O sene, Allah'dan devam etti.

KÜTAHYA'DA, ESKİ TEKKE VE SARAY MUSIKİSİ, İCRA ETTİK

Kütahya'da yeniden neyler, rebablar, tamburlar, kudümler ile Türk Musıkisi, nasıl  hayat buldu? 



İstanbul'a gidince, Süheyl Ünver Beyin delaleti ile ney'e başladık. İlk ney dersimi, Nurullah Kılıç'tan aldık. Ayrıca, Süleyman Erguner ve Halil Dikmen Beylerden de ders gördük.  Bu arada, İstanbul Radyosu'nda da, bazı programlara iştirak ettik. Neyzen Emin Dede'ye benim, ney, öğrenmem için gittiler. Daha evvel, Nurullah Bey ney hocamdı. Ressam ve Neyzen Halil Dikmen,Neyzen Emin Dede'nin, en namlı talebesi idi. Halil Dikmen bey ile biz, dört sene ney dersi yaptık. Dört sene. Başka kimselerle de yaptı ama teyp aldık ve onun üzerinde etüdler yapıldı. Ben bir hayli kayıtlarını aldım. Piyasada, musıki topluluk ve koroları ile neyzenler, daha çok 'Nısfiye' kullanılır. Biz 'Davud', 'Şah' ve 'Mansur'dan aşağısını üflemeyiz. Bizimki tamamen tekke tavrıdır ve eski saray musikisidir. Bu, her saza akord olmaz, mesela kemana akord  edilmez. Tambura, rebaba ve kemençeye, akort edilebilir. Biz, burada 'Rebab' taksimi yapılırken, yahut 'ney' üflenirken, çoğu kimsenin, ağladığını görmüşüzdür.  Faaliyetlerimizin, resimin yanında, bir de bu musıki mevzuu vardır ki; Bunu da hemen hemen birinci sınıf, birinci derece, ehemmiyet verdik. Kütahya'ya döndükten sona, teşkilatı kurdum, kurduk. Ordayken, Süheyl Hoca, üniversitede bir oda tahsis etti. 'Ney, meşk etceksiniz, burda' diye. Gelen misafirlere, ecnebilere, Yahya Kemallere,  ney üflüyorduk, saz eserleri yapıyorduk. Kütahya'dan yetişen, fakir talebeler yararına, verem savaş yararına konserler verildi. Neyzenler, yıldan yıla artarak, bir hesapladık, kırk neyzen yetişmiş Kütahya'da. 'Çini diyarı' denir buraya, 'Neyzenler beldesi' literatüre geçti. Klasik Rebab'ı burda yaptık. Ve sonra, kütüphanemiz, resimlerimiz kodlandı. Diğer kıymetli olan herşey, cihazlar, taş plaklar, efendim halısı, kilimi, ne varsa. Bir tek ceketim var, burda...

BİZ VAZİFEMİZİ YAPIYORUZ!

Süheyl Bey 'Ahmet, biz vazifemizi yapıyoruz' derdi. Ben işte gençlik saikasıyle, fazilet, mazilet dedim. Hocam bana 'Hayır, fazilette menfaat vardır, vazifede menfaat yoktur, Ahmed' dedi. Bunlarla bizim serancamımız, alakamız, herşeyimiz böyle başlamıştır, bu insanlarla, böyle başladı. Bu gün baktığım zaman, bende ne görüyorsanız, benden değil, ben arada vasıtayım, eserin sahibi Süheyl Ünver.

SÜHEYL HOCADAN VASİYET, SİYASETTEN UZAK DUR

Mektebi bitirdiğim zamanda, Süheyl Bey'in elini öpmeye vardım. Beraber yaşadık, yarı ömrüm Onun evinde geçti. Bana, hayatım boyunca unutmadığım ve akılmdan çıkmayan, şu sözleri söyledi: 'Canın ne isterse, onu yapıcaksın. Bir tek sana, yasak o da siyaset. Siyasete girmeyeceksin, bulaşmayacaksın, katiyyen.'

AHMET YAKUPOĞLU KİMDİR?



Kütahya'nın Saray Mahallesi'nde 1920 Kasım'ında doğdu. Yakupoğulları'ndan Hacı Halil Ağa ile Şefika Hanım'ın oğludur. Resme olan alâkası henüz küçük yaşlarda resimli kitapları uzun uzun incelemesiyle başladı. İlk tahsiline 1927 yılında Derviş Paşa İlkokulu'nda başlayan Yakupoğlu, resimlerin birkaçını okul salonlarında sergiliyor, diğer derslerinde de başarılı oluyordu. İlk ve orta tahsili sırasında Vahid Paşa İl Halk Kütüphanesi'nin devamlı okuyucusu olarak, resimli kitapların ve resim sanatı üzerine yazılmış kitapların tamamını okuyan Yakupoğlu, iyi bir ressam olmanın yollarını arıyordu.

1941 yılında Vahid Paşa İl Halk Kütüphanesi'ndeki yazma eserleri incelemek üzere, Kütahya'ya gelen İstanbul Üniversitesi profesörlerinden Süheyl Ünver ile tanışma imkanı buldu. Kütahya Lisesi'nden sonra, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi giriş imtihanına çok güzel ve başarılı resimlerle giren Yakupoğlu, sözlü mülakata gerek kalmadan Akademi'ye alındı.

Süheyl Ünver Bey'in teklifiyle Resim Bölümü Feyhaman Duran Atölyesi'ni seçti. Orada karşılaştığı Kütahyalı mimar Süleyman Şahap'ın kılavuzluğu sayesinde Fatih Medreseleri'nde kaldı. 1945'te akademiden mezun oldu. İstanbul'da bulunduğu yıllarda Prof. Süheyl Ünver'den minyatür ve tezhip, Neyzen Halil Dikmen'den 'den 'ney', yine Neyzen Nurullah Kılınç Bey ile Süleyman Erguner'den musıki dersleri aldı. Kütahya'ya döndükten sonra resim dışında, müzecilikle de uğraşan Yakupoğlu, Vacidiye Medresesi 'nin müze olarak açılmasında, tanziminde ve kadrolaşmasında birinci derecede görev aldı. Bu müzede dört yıl görev yaptıktan sonra, İ.Ü. Tıp Tarihi Enstitüsü'nde Süheyl Ünver Bey'e yardımcı olarak ihtisasını tamamladı.

Ahmet Yakupoğlu'nun kopya resimler hariç, iki bine yakın orijinal resmi bulunmaktadır. Her türlü suyu olağan üstü bir güzellikte, tablolarında adeta akıtmıştır. Bu yüzden suların ressamı olarak da anılmaktadır. Bin kadar yağlı boya tablosunda, Kütahya ve civarının sokaklarını, eski eserlerini, mesîre yerlerini, insan tiplerini tespit etmiş ve bu koleksiyonun daimi teşhire sunulduğu bir ziyaret mahalli oluşturmuştur.

1964 yılına kadar "Çalışel" soy adını kullanan Ahmet Yakupoğlu, sahip olduklarını Kütahya´ya bırakmak isteyen Yakupoğlu, bir süre önce kendi adına kurulan vakfı feshederek, kendi elleriyle çatısına kadar çıkıp işlediği  Çinili Cami'yi, Maltepe'de büyük bir arazide yer alan evini, bahçesini ve diğer mal varlıklarını, 3 bin kitaptan oluşan sanat kütüphanesini, 1500´den fazla tablosuyla tezhip ve minyatür eserlerinden oluşan, diğer tüm çalışmalarını Dumlupınar Üniversitesine bağışladı.

Eserlerini üniversiteye "Sergi dışında kalıcı şekilde il dışına çıkarılmamaları" koşuluyla bağışlayan Yakupoğlu, üniversite yönetiminden tüm eserlerin sergileneceği müze yaptırılması sözü aldı. 2 Ekim 2016'da, Kütahya'da, Hak'ka yürüdü ve Kütahya'da toprağa verildi.