Efsane bu ya ; yıllar yıllar önce iki kır çiçeği birbirlerine aşık olmuşlar. Her bahar açıp güneşe merhaba derlermiş. Bir bahar başlangıcı bu çiçekler “ Biz diğer çiçekler gibi bu bahar açmayıp kış ortasında herkesin soğuktan kaçtığı karlı günlerde açalım ki, bütün doğa bizim olsun” demiş ve karar vermişler.

Açmak için biri kışın gelmesini ve karın yağmasını beklerken, diğeri o yaz açmış. O gün bugündür karda açan ve sevgilisini bekleyen çiçeğe “kardelen”, yarı yolda bırakan çiçeğe de “hercai” denilmiş. Toprağı örten karı delip geçecek kadar güçlü, görüntüsüne karşın, bir o kadar narindir kardelen.

Kardelen, soğuk karların çiçekleri. Aşkın, dirilişin ilk ışığı. Baharın ilk ulağı, ilk muştu, yüreklere ilk aşı, duygunun yamaçlarına vuran ilk çise... Şu karlı, buzlu sarp ve yüksek tepelerde açan, ışığa, güneşe sevdalı mucize çiçek. Ömrü, güzelliğinden kısa, sanki çile çekenlerin temsilcileri kardelenler.

Türklerle kardelenler arasında bir ilişki olduğunu düşünebilirsiniz. Bu ilişkinin sonrasını bir yana bırakıp öncesinden söz edeyim. Demir dağı eritip ışığa, özgürlüğe, yeni bir güne merhaba deyenler Türklerdir. Karları, buzları eriterek, yeni bir güne merhaba diyen ilk çiçek kardelenlerdir. Türkler, kardelen kadar duygulu, demir dağları delecek kadar güçlüdür.

Kimi yerde kar çiçeği, kimi yerde nevruz, kimi yerde çiğdem, kimi yerde dağ fulyası adları ile birbirine karıştırılan bu çiçeklerin ortak özelliği, baharın, yeni bir günün yani nevruzun müjdecisi olmaları.

Topraktan başını uzatır uzatmaz, koyun ve keçi gibi hayvanlar tarafından yenildiği için beyaz çiğdeme halk arasında Öksüzoğlan da denilmekte. Aynı çiçek Bektaşilikte Ehlibeyt'in sembolü olarak bilinmekte. Aşık Veysel’den alınan Şarkışla türküsünde çiğdem ve nevruz şöyle dile gelir:

“Çiğdem der ki ben elâyım/ Yiğit başına belâyım / Hepisinden ben âlayım/ Benden âlâ çiçek var mı/ Al baharlı mavi dağlar/ Yarim gurbet elde ağlar

Nevruz der ki ben nazlıyım / Sarp kayalarda gizliyim/ Mavi donlu göz gözlüyüm / Benden âlâ çiçek var mı / Al baharlı mavi dağlar / Yârim gurbet elde ağlar”

Toprağı "ana" olarak niteleyen Türkler için "baharın gelişi" elbette önemliydi.

"... Yüce Göktanrı'nın ilk defa gürlediği, yağız yer, altmış türlü çiçeklerle ilk defa bezendiği, altmış türlü hayvan sürülerinin ilk defa kişnediği ve melediği zaman sen (Türk'ün Atası) yaradıldın!"

Bu sözler Türk'ün yaratılış felsefesinin, inancının, anlatımıdır. Bunun için, Nevruz bayramı, Müslüman olan ya da olmayan Türk toplulukları arasında yüzyıllar öncesinden günümüze kadar kutlanmakta.

Nevruz geleneği ne Sünnilikle, ne Alevilikle, ne bektaşilikle doğrudan doğuş bağlantısı olmayan, İslâmiyetten çok öncelere giden bir gelenektir. Bir dinin veya mezhebin bayramı değildir. Türk insanını birbirine kenetleyen, bağlayan, Ergenekon'dan demir dağları eriterek dirilen atalarının ruhlarıyla yanan bir ateştir. Türk yurtlarını adım adım gezen ve oralardan, özümüzle ilgili, geçmişten günümüze bilgiler veren Şair Yazar Yavuz Bülent Bakiler “Turan” adlı şiirinin bir yerinde bakınız ne diyor:

“Nevruz toylarımızda ateşler tutuşturdum.

Orhun'dan, Seyhun'dan, Ceyhun'dan geçtim.

Yol gösterdi kükreyerek bana Bozkurt'um.

Atımla hep yanyana gözelerden su içtim.

Baykal'da da çimdimben, Hazar Denizi'nde de

Toprağıma bağdaş kurup oturdum.”

Osmanlı devrinde de Nevruz, çok canlı biçimde kutlanmaktaydı. Osmanlı ailesinin mensubu olduğu Kayı Boyu'na mensup Karakeçililer’in, 21 Mart’ta Ertuğrul Gazi'nin türbesi etrafında toplanarak burada bayram yaptıklarını biliyoruz. Bu bayramın bir diğer adı: Yörük Bayramı.

YARIN NEVRUZİYE ÖRNEKLERİ VERECEĞİM