Osmanlı dönemi Türk şiirinin  önemli hanım şairlerimizden Nigar Hanım'ın ölümünün üzerinden doksan beş yıl geçti. Beni etkileyen hanım şairlerin başında Şükufe Nihal gelir. Daha sonra ise Nigar Hanım ve Leyla Hanımlar. Nigar Hanım'ın doksanıncı ölüm yılı nedeniyle bir televizyon programı için ders çalışmıştım. Programlar tabi yirmi otuz dakikada uçup gidiyor. Hatırlayanın bile olacağını sanmıyorum.  O zamanki notlarımı bir dergide de yayınlamıştım. Şimdi onlardan yararlanarak üç dört gün size Nigar Hanım'dan söz edeceğim.  Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Nisan ayının ortalarına geldik. Gününde yazmayı beceremesem de es geçmeyi içime sindiremedim.

Ruşen Eşref Ünaydın, Nigâr Hanım'la söyleşi yapmaya gittiğinde, kabul edildiği salonu iki  sayfa yazı ile anlatmıştı. Üç beş satırının içinden aktardığım fotoğraf karelerini gözlerinizin önüne getiriniz:

Mor kadife perdeler, yaldız kornişler, yaldız konsol, yaldız çerçeveli ayna, konsol mermerinde kırmızı şişeli kırmızı lambalar, boş şekerleme kutuları, taç­lı kartvizitler ...  Duvarlarda veliahd fotoğraf­ları, şehzade fotoğrafları; sivil, asker, sırmalı, ni­şanlı ekabir fotoğrafları..  Mısırlı prensesler; Yaldız çerçeve içinde "Carmen Silva", "Pierre Loti", "Paul Bourget", "Sully Prudhomme"... Sonra bizim edebiyatımdan Namık Ke­mal, Abdülhak Hamid, Recaizade Mahmut Ekrem, Ahmet Mithat, Ahmet Rasim Cena­b, Halit Ziya, Faik Ali, Süleyman Nazif'...  Şehza­deler, sultanlar, hidivler, elçiler... Resimlerini kendisine armağan etmiş, imzalamış kim­seler. Uçuk. solgun, parlak, donuk, çerçeveli, çerçevesiz... Tavanda billur hevengi, duvar kenarlarında kadife kanapeler, yaldızlı iskemleler, kırmızı çiçekli halının ortasında büyük ve heybetli bir krizantem gibi tekrar abajurlu bir lamba, sütun, sigara tablası çini kâse, etajer ... Köşede Japon paravanaları, çiçek sepetleri... Nergisî nesrin in bir cümlesi gibi terkip­li, ıstılahlı ve alabildiğine uzatılmış, genişletilmiş; renkli, edebiyattaki seci sanatı gibi düzenli ve ahenk­li; eski edebiyattaki mülemmâ sanatı gibi her şey­den, her çeşitten bir şeyi içinde bulunduran bir sa­lon...

Bir deyimimiz vardır: "Bir eli yağda, bir eli balda" işte böyle bir kişinin şaşaalı bir yaşantı içindeyken, benliğinin sürekli hüzün bulutları üzerinde dolaştığını bilmek mümkün mü? Göz yaşlarını dizelerine katık ettiğini kim bilir?  Avrupaî Türk Edebiyatı'nın ilk hanım şairlerinden Nigâr Hanımdan söz ediyorum.

Nigâr Hanım, 1856 yılında  İstanbul'da doğdu. Macar Osman Paşa'nın kızıydı. Kadıköy Fransız Mektebi'ndeki öğreniminden sonra özel hocalardan edebiyat, Arapça, Farsça ve musiki dersleri aldı. Türkçe'yi bu okulda öğrenmişti. Sekiz dili konuşabiliyordu. Çok iyi piyano çalıyordu.

Şair yaratılışlıydı. On iki yaşında, bir çocukken  karde­şi bir kaza sonunda ölmüştü. İlk şiiri, bu olayın üzüntüsü içinde yazdığı mersiyeydi. Yazıları yayınlanmaya başladığı zaman on dört, yaşındaydı. Şiir yazma zevkini annesinden almıştı. Annesinin çok şiir okuduğunu söylemiş sonra eklemişti: "Bununla beraber benim en büyük ilham kaynağım vatanımdır."

Nigâr hanım önceleri Leyla, Şeref, Esat Muhlis Paşa di­vanlarını okumuş. Sabah­lara kadar, dirseklerinin yazıhane üstünden kalkmadığı olmuş. Okuma alışkanlığını şöyle anlatıyor:

"- Hep eski divanları okurdum; daha doğrusu elimin altına ne geçerse okurdum, Bu benim ade­timdir. Bir taraftan da Hugo, Musset, Lamartine ... Eskiler arasında beni en fazla Fuzuli duygulandır­dı .. Fuzulî,  Fuzuli; hala da, bugün de Fuzuli ... Ve Nedim. Bunların iki­si arasında o kadar fark vardır ki; birisi aşk ve sevdada derin... Ötekini de şuhluğundan, şakraklı­ğından severdim belki... Fakat ikisi arasında hiç aynı hissime tesir eden ortak bir nokta görmedim. Şeyh· Galib'i de çok sevdim..."

Fuzulî ve Nedim. Biri içli bir sevda, derin aşkın; diğeri şuh ve şakraklığın simgesi gibi. Nigâr Hanımın hayatının da bu iki gel-gittin içerisinde geçtiğini söyleyebiliriz.

Şuh ve şakrak bir yaşayış biçimi. Ya da öyle bir görünüm:

Yarınki yazımda Ruşen Eşref'in anılarından yararlanarak Nigar Hanım'ın Göksu mehtap sefalarından söz edeceğim.