Yusufpaşa Tramvay Durağı ile Haseki  arasında bir Türk'e rastlamak tabir yerindeyse samanlıkta iğne aramak gibi bir şey. Abartmıyorum insan kendini burada küçük bir Suriye'de hissediyor. Karşılaştığım hemen herkes Suriyeli, bu da bendeki birçok önyargıyı kırıyor. Beklediğimin dışında şeylerle karşılaştım Fatih'te. Buradaki insanlar samimi, doğal, cömert ve ilgiye aç... Tek dertleri koca İstanbul'un onlara sunduğu "Yeni Hayat"a bir an önce uyum sağlamak.  Yusufpaşa Durağı'nın bulunduğu caddeye çıkınca sol tarafta bulunan Tarbuş tabelası hemen gözüme ilişiyor. Tabelanın hemen yanında Şam'ın Osmanlı Mutfağı yazıyor. Ülkesinde yaşanan iç savaştan kaçarak Türkiye'ye gelen Suriyeli mülteci Muhammed Nizar Bitar, İstanbul'da bir lokanta zinciri kurmuş. İşletmenin büyüklüğü dikkatimi çekiyor. Çalışanlarla konuşmak istiyorum ama anlaşamıyoruz. Çalışanların hemen hemen hiçbiri Türkçe bilmiyor, ürkek ama bir o kadar da samimi bakışlarla beni anlamaya çalışıyorlar. İçeride inanılmaz bir gürültü var. Bunun sebebi müşterilerin yoğunluğu. Burası fazla tercih edilen bir yer bu sebeple de çalışanların biri bir tarafa diğeri öbür tarafa koşturuyor. Ben ise aralarında şaşkınlıkla etrafa bakınırken yanıma işletmenin Genel İletişim Müdürü Muhammed Basil Sukkar geliyor. Büyük bir nezaketle beni buyur ediyor, çaylarımızı söylüyoruz. 

SURİYE YEMEKLERİ VAR

Kendisi Suriyeli aynı zamanda yarı Türk vatandaşı. Kaç şubelerinin olduğunu soruyorum:

M. Basil Sukkar: "10 şubemiz, 300 çalışanımız var. Hepsi Suriyeli, 300 kişi buradan helaliyle para kazanıyor. Nizar Bey, bazılarına işi öğretti, onları şef yaptı." 

Suriye'nin en meşhur yemeklerinin Felafet  (Nohut ezmesi kızartması) yanında tahinli yoğurt ile ikram ediliyor, Humus (Nohut ezmesi), içli köfte, kaymaklı baklava ve Suriye ekmeği olduğunu anlatıyor. 

Daha sonra yolum bir kebapçıya düşüyor. İçeri girer girmez bütün çalışanlar dikkat kesiliyor. 

Hepsi o kadar masum, sade ve çekingenler ki. Neden orada olduğumu anlamaya çalışan bakışlarla  beni tepeden tırnağa süzüyorlar. Bir yandan beni izliyorlar bir yandan da Adana kebapları şişlere geçiriyorlar. Her yer duman olmuş sanki, içerisi oldukça sıcak, çalışanlardan biri ocakbaşında diğeri de kıymaları çekiyor. Bir başkası müşterilerle ilgileniyor. Vitrinde sıra sıra dizilmiş kebaplar, her şey birbirini o kadar güzel tamamlıyor ki. 

ÇALIŞANLAR SURİYELİ

Burada çalışanların da tamamı Suriyeli. Kendileriyle söyleşi yapmak istiyoruz fakat sadece Arapça konuşabildikleri için biraz zorlanıyoruz. Aslında anlatmak istedikleri çok şey varmış ama söyleyemiyorlarmış gibi  tuhaf  bir bakış var gözlerinde. Neden bilmiyorum ama buradaki insanlarda bunu çok fazla gördüm. Hepsiyle tek tek konuşup dertlerini, umutlarını, yeni hayatlarının hikayesini dinlemek çok isterdim fakat o an için bu mümkün olmadı. Kimisi garip bir baba, kimisi babası şehit olmuş kardeşlerine bakmak zorunda olan bir ağabey ama hepsi de hayata sımsıkı tutunan mücadeleci insanlar. 

AİLESİ SURİYE'DE YOLLARINI GÖZLÜYOR

İçlerinden en genç olanı,  Abdulhamit çıkıyor. "Abla ben Türkçe biraz biliyorum," diyor ve başlıyor anlatmaya "Bir buçuk sene önce Halep'ten geldim abla. 17 yaşındayım. Ailem orada kaldı, sadece kardeşim ve ben geldim. Fatih'te bir ev tuttuk. Kardeşime ben bakıyorum." 

Halep'te yaşarken bu mesleği yapıp yapmadığını soruyorum. "Abla ben oradayken de kasaptım. Buraya geldiğimde ilk önce bakkalda da çalıştım. 7 aydır da burada çalışıyorum. Arap müşterilerimiz daha çok, Türkler nadir geliyorlar," Ailesinden bahsediyor bize, "Ailemi çok özlüyorum abla, onlarla görüşemiyorum, babam zaten şehit oldu. Ama 3-4 ay sonra ailem de gelecek. O zaman daha iyi olacak." Kendisine Türklerle kaynaşıp kaynaşamadığını sorduğumuzda ise  "Türkleri seviyorum, burayı da seviyorum" diyor. 

Sokakta zeytinyağı kekik karışımı bir koku alıyorum, o kadar keskin ki kaynağını merak edip  kokunun peşine takılıyorum. Kaldırımın hemen yanında yeşil bir tabela üstünde Arapça bir şeyler yazıyor. Tabelanın yanına gidince kaldırımdan aşağı doğru neredeyse yerin altında denebilecek aktar gibi bir yer.  Ben burayı aktar zannettim fakat dükkan sahibi bana "Burası süpermarket" diyor.  Küçücük bir yer içinde normal bakkal ürünleri dışında neler yok ki zeytinyağlı sabunlar, keseler, vazelin, çeşitli ballar, bitki çayları, baharatlar, kremler, farklı farklı yağlar, daha neler neler. "Buraya  nasıl bir isim verilmeli?" diye düşünmeden edemiyorum. Bu kadar şeyin bu küçücük dükkana  nasıl sığdığı insanı şaşkına çeviriyor. Dükkan sahibiyle konuşmaya başlıyorum. Kendinden emin bir adam. Bizde bir laf vardır ya, "Bir şey olduğu besbelli".  Hızlıca konuşuyoruz. Kendisi Şam'dan gelmiş ve orada bir üniversitede çalışıyormuş. Yeni hayatına çocukları ve eşi olmadan başlamış, Türkiye'ye 1 yıl önce gelmiş. "İstanbul iyi," diyor Tevfik el-Katip. "Fakat savaş bittiğinde ilk yapacağım şey kendi topraklarıma dönmek" diye de ekliyor. 

Haber: Ayşe Sema Sayar (İAHA)