Karşılaştığınızda okumaktan geri durmadığınız, tekrar olduğu için burun kıvırmadığınız bazı şeyler vardır. Benim de var. Mesela "Komutanım, benim tüfeğimin tetiği bozulmuş, ateş edemiyorum" diyen Mehmetçiğe, komutanının "Tüfek bozulmamış oğlum, senin parmağın kopmuş" deyişi... Ne zaman duysam, yüreğim burkulur, tüylerim diken diken olur ve Çanakkale'yi bir kez daha her şeyiyle hatırlar derinlere dalarım. 

Evladını, kına yakarak, dönmeyeceğini bile bile cepheye gönderen analar gelir aklıma, gördüğüm beli bükük çilekeş anaların elini öperek minnetimi dile getirme gayretine girerim. Öyle 18 Mart'a geldikçe üzüm hoşafı ve kuru ekmek yemenin, Çanakkale topraklarında koyun koyuna yatanlara minnet ve şükranı anlatmaya yetmeyeceğine inanırım. Başka günlerde de, denk geldiğim davetlerde önüme konulan yemekler arttıkça içim burkulur, üzüm hoşafıyla, buğday lapasıyla, kopmuş kolu-bacağıyla, sargılı başındaki gören tek gözüyle Çanakkale'yi geçilmez kılanları hatırlatırım. 

Abartmıyorum. Ne duygularımı, ne de Çanakkale'yi abartmıyorum.

"Seyit onbaşı"nın, savaşın seyrini değiştiren o kahramanlığı size abartı gelebilir. Ama tarih işte böyle "denk gelen" kahramanlıklarla yazılarak unutulmaz hale gelir. Seyit onbaşının 200 kiloyu aşkın mermiyi tek başına topa yerleştirip ateşlemesi ve İngiliz zırhlısı Ocean'ı vurması, savaşın kırılma noktasıdır. Denk gelmiştir, tesadüftür, tevafuktur bırakın bir kenara. Seyit Ali onbaşı, son nefesini vermeden önce, son bir gayretle o mermiyi sırtlamış, Hz.İbrahim'in ateşini söndürmeye giden karınca misali elinden geleni yapmıştır. Hiç birimizin karşısına böyle bir fırsat çıkmaz, kendimizi böyle bir sınavın içerisinde bulamayız. Çanakkale gibi bir sınavla tekrar imtihan edilmeyelim de zaten. 

Seyit onbaşıyı bugün herkes konuşur, ama hayat hikayesinin devamını pek dile getirmeyiz. Onu, yüzlerce kilo ağırlığındaki top mermisini sırtlamaya iten ruhu hiç anlamaya çalışmayız. "Vatan, millet, Sakarya edebiyatı" diye geçiştirenler de olabilir. İşte, o ruhu anlama çabasına girmemekten kaynaklanır bu hastalık da...

* * * 

Kısaca hatırlatalım.

Balıkesir'in Havran İlçesi Çamlık (Manastır) köyünden orduya katılan ve cepheden cepheye koşan Seyit onbaşı, Çanakkale'deki kahramanlığının ardından 1918'de memleketine dönmüştür. Ormancılık ve kömürcülük yapmıştır. Mustafa Kemal Atatürk'ün, Kurtuluş Savaşı'nın ardından kendisine maaş bağlanması teklifini reddetmiş, "Elim ayağım tutuyor, devletten maaş alamam" demiştir. Ülke büyük badirelerden geçmiş, yokluğun, borç batağının içerisindedir. Bunun için maaş istemez Seyit onbaşı. Kömürcülük yapar ama yasaktır. Bunun için "özel izin" talep eder sadece. Ama Atatürk'ün "gereğini yapın" emri verdiği vali görevini tamamlayıp gittikten sonra, gelenler Seyit Çavuş'u rahat bırakmaz. Çanakkale'de savaşın seyrini değiştiren kahraman, yokluk içerisinde yumar gözlerini hayata...

Tıpkı, Kurtuluş Savaşı'nın diğer kahramanlarından farklı olarak İstiklal Marşımızı yazan ve "Allah bir daha bu millete İstiklal Marşı yazdırmasın" diyen Mehmet Akif Ersoy gibi... O da, İstiklal Marşı için konulan ödülü almamış, reddetmiştir. Ve hayatını yokluk, fakirlik, hatta açlık içerisinde tamamlamıştır...

Bunu, ben de, siz de, bu devletin herhangi bir makamında "karar alma" yetkisine sahip olanlar da kulağına küpe yapmalıdır aslında. Bir yandan Seyit onbaşı, Mehmet Akif edebiyatı yapıp, çıkışta "Bu makam arabası bana yakışmıyor, ne yani diğerlerinin bindiğine ben de binmeyeyim mi" diyenler olsa da, biz unutmayız kahramanlarımızı, fedakâr insanlarımızı...

* * *

Gelelim ikinci perdeye

Çanakkale'de, kendi cenaze namazını kılan şehitlerin hiç birisi, omuz omuza çarpıştığı, aynı karavanaya kaşık salladığı kişinin ne etnik kimliğiyle ilgileniyordu, ne mezhebiyle. Toplu olarak kendi cenaze namazlarını kılıyorlardı, "Şunların cenaze namazı kılınmaz" demiyorlardı. 

Diyarbakır'dan gelenle, Filibe'den, Gümülcine'den gelen koyun koyuna yatıyor Çanakkale'de. İşte bize Çanakkale'nin bu bölümünü unutturarak yapıyorlar en büyük kötülüğü. Ellerinden gelse, Çanakkale'deki Diyarbakır, Halep, Muş, Bitlis yazan mezar taşlarını sökmek isteyeceklerin sesi çok çıkıyorsa, tehlike büyüktür. Buna karşılık, bir kesim de Filibe, Kırcaali, Mostar, Üsküp, Gümülcine yazan mezar taşlarının üzerini örtmeye çalışanlar da var. Bunlar da, diğerleri kadar büyük tehlike. 
Neden mi?

Bugün, savaşların en çirkininin yaşandığı, açık arazide "terör örgütleriyle", plazalarda "ekonomik dinamiklerle" ve meydanlarda "beyinlerini kodladıkları siyasetçilerle" yürütüyorlar savaşı. 

Çanakkale ruhunu unutmuş, hatta hiç özümsememiş, bunun için de reddedenler, farklı farklı hikayelerle o muhteşem zaferi basitleştirmeye çalışanlara dikkat etmeliyiz. Çanakkale şehitlerine saygımızı, minnetimizi göstermek için ve vatanımıza sahip çıkmamız için...

Çünkü Çanakkale zaferi, halen dünya üzerinde hakimiyet savaşı veren "egemen güçlere", yani emperyalizme karşı, mazlum halkların verdiği en büyük mücadele olarak tarihe geçmiş, başka örneği olmayan, bin yıl geçse de unutulmayacak bir zaferdir. Tıpkı Kurtuluş Savaşı gibi...

Çanakkale'de, Conk Bayırı'nda, Anafartalar'da ve yurdun her karışında gözünü kırpmadan toprağı kanıyla sulayanlara ve bu ruhu benliğinde yaşatanlara selam olsun.