Zamanı oy, sesini sakla… unutulmasın

Arada bir görünmez bir el, kum saatimize müdahale ediyor. Bugünden geçmişe, geçmişten bugüne doğru çevirip duruyor. Rüzgarın salladığı boş bir salıncak misali.   Sanırım bugün ben de o görünmez ele ya da o rüzgara izin verdim biraz.

Abone Ol

Cadde üstündeki kafenin, kaldırıma atılmış masalarından birine oturdum. Sade kahve söyledim. Etrafa bakınıyorum. Karşı kaldırımda dükkânlar, bankamatikler, pideci, dönerci, saatçi, butik, ne ararsanız var. Eskiden sol köşede semtin en ünlü pastanesi vardı. Geçmişten sıcacık anılar, masum iyi kalpli çocuklar geliyor gözümün önüne. Şahane bir tebessüm yayılıyor yüzüme. Lisedeyken kış günleri okul çıkışında arkadaşlarla salep içmeye gelirdik o pastaneye. Cam kenarına oturmuşsak, hava yağışlıysa hele de kar yağıyorsa, nefis salep kokusuna tarçın kokusu karışıyorsa, o salep, gençliğin tazeliği, canlılığı, neşesiyle birleşir nasıl bir mutluluğa dönüşürdü. Hal böyleyken insan o salebin tadını nasıl unutabilir?  Hemen hepimizin hayatında yok mudur? Gençlikte ya da çocuklukta yenilen içilen bir şeyin tadının damağımızda kalması. Hatta bahsetmez miyiz, en güzeli gelse önümüze yine de o tadı bulamadığımızdan.

      Buraya gelip, bu masaya oturmadan önce, bir iki dükkân ötede, fırının yanındaki fotoğrafçıda vesikalık fotoğraf çektirdim. Aynı fotoğrafçıya yıllar önce babam ve abimle birlikte gelmiştik.

 İlkokula başlayacağım yıldı sanırım. Babam, abimle ikimizin fotoğrafını çektirmişti burada. Üstümde “Heidi’li” tişört, saçlarım en sevmediğim şekilde tepemde toplanmış. Abimin yüzünde gülmemek için kendini zor tutan muzip bir ifade. Benimse hafiften kaşlarım çatık. Artık ne yaşadıysak o an. Onun eğlendiği, benimse kızdığım o anın ruhu da, fotoğraftaki iki çocuk gibi kıpırdamadan öylece duruyor sonsuzlukta.

    Fotoğrafın çekildiği o an, zamanın durduğu, görüntüyle birlikte,  anın ruhunun da sonsuza dek saklandığı andır. Şimdi, yıllar öncesine o fotoğrafın çekildiği güne gidiyorum zihnimde. A bakın, sekiz yaşındaki oğlanla, beş yaşındaki kız, uzun boylu, yakışıklı, kara bıyıklı babalarıyla birlikte geçip gittiler önümden. Sevgiyle baktım arkalarından. Zamanın arşivinde bir yerlerde, derin ve uzun çekmecelerin birinde, o yılın bize ait ”yaşanmış gerçeklikler” dosyasında bu an duruyor. Gözümde canlanan o günün hayalinin, gerçek olduğunu varsaydım bir an. Kalkıp hızlı hızlı arkalarından gidip babamın omzuna dokunuyorum, dönüyor, tanıyor beni, sarılıyoruz. Çok özlemişim..

       Eskiden diyordum, yıllar önce tam şu karşı köşede bir gazete bayi vardı. Her gün gazetemizi, mizah dergilerimizi alırdık oradan. Henüz okunmamış bir mizah dergisi, henüz yenmemiş  leziz bir yemek gibi görünürdü gözümüze. En çok Cuma günlerini severdim.  Yarın tatildi ne de olsa, bir de “ Gırgır” cumaları çıkardı. Mutluluk için büyük arayışlarımız yoktu o vakitler. Okuldan geldin, yemeğini yedin, yarın tatil, televizyonun açılmasına daha saatler var. Uzan yatağına  “Gırgır’ını” oku. Mutlusun, huzurlusun işte.

      Birkaç ay öncesine kadar, aynı bahçede bulunan ilkokulum ve ortaokulum yerli yerinde duruyordu.  Yakın zamanda yıktılar. Ortaokulun ikinci sınıfının penceresi, ilkokulun birinci sınıfının penceresi; önlerinden geçerken sanki bana seslenirler, -“evet evet biz seni tanıyoruz, şahidiz vallahi, vardın, buradaydın, küçüktün,  hayli oldu, buradan sonra haber alamadık senden” derlerdi bana. Gülümseyip geçerdim, teneffüste koşuşturan çocuklara bakarak. Bir vakitler koşturanlardan biri de bendim diyerek.

     Bugün ellili yaşlarında, bu kaldırımda, eski, çay bahçesi masalarını andıran ahşap bir masada, gözlerinin yanlarında kaz ayakları çıkmış, beyaz saçları kısa kesilmiş bu kadın, kırk yedi yıl önce karşı kaldırımda annesinin elinden tutmuş gidiyordu. Burada, tam şu anda karşımda duran binalar, kırk yedi yıl önce de burada duruyorlardı. Yer aynı, yol aynı, bina aynı. Peki, nerede? diyorum  beş yaşındaki o kız çocuğu?.

Her şeyi dönüştüren zaman,  yaşamla ölüm arasında, yani iki nefes arasında, insanın yaşayabileceği tüm duyguları sırası geldikçe öğün olarak  önümüze koyuyor.  Azaltıyor, çoğaltıyor, dönüştürüyor.   

    Çevremdeki yaş almış insanlardan duyduğum bir söz var. “Yürek durmuyor,” diyorlar. Gücü kuvveti kalmamış, artık bastonu yoldaşı olmuş, fiziken yapabilecekleri sınırlı hale gelmiş ama yüreğindeki coşku yaşlanmamış. Yapabilmek istiyor, koşabilmek istiyor. 2017 Nisan’ında seksen yaşındaki annemin, sol yanına felç inmişti. Hastanenin fizyoterapi salonunda koşu bandında yavaş yavaş yürüme çalışmaları yaptırıyorlardı anneme. Annem birdenbire, neşeyle “koşmak istiyorum” demiş koşmaya çalışmıştı. İçindeki çocuk, dışındaki bedeni reddediyordu. “Haziranda ölmek zor” diyordu şair. 2018 Haziran’ında, güzelim yazlara, mis kokulu baharlara uğurladım annemi. Koşmak ne ki, keklik gibi, turna kuşu  gibi, zümrüdü anka gibi,  uçuyor olsun güzel ruhu, çiçekli kırlarda.

        Bir insanı yitirdiğimizde, onun hafızasında sakladığı bütün hazinesini de yitiriyoruz. Henüz anlatmadığı anılarını, henüz paylaşmadığı hikâyelerini de yitiriyoruz. Ondan duyduklarımızı, öğrendiklerimizi, dinlediklerimizi ise, her fırsatta söylemek istiyoruz. Onun sözü diye, o insanı çok sevdik diye, unutmayalım diye. Unutmak ihanettir biraz da sevdiğine.    Ahmet Erhan’ın sevdiğim bir şiirinden birkaç dizeyi anımsıyorum şimdi, seviniyorum anımsadım diye; 

Zamanı oy, sesini sakla… unutulmasın

Tarih düşür her yazdığının altına

Aynaya bak yüzünü göm… unutulmasın..