Yazmak Aşk Gibidir Hesap İşi Değildir

Abone Ol


Genç bir yazar, doğduğu, yetiştiği, ailevi, kültür ve manevi atmosferin etkisi, onu çocukluk yıllarından itibaren sarmış, sarmalamış ve gönül aleminde tohumlanmış olan yazma kabiliyeti filizlenmiş  ve kitaplarda vücud bulur hale gelmiş. İsmail Hakkı  Fakirullah Hazretleri'nin torunlarından olan Eda Bildek, bu haftaki konuğumuz. Hazreti Peygamber Efendimiz başta olmak üzere, Peygamberler, Hz. Mevlana, Cennet Kadınları, İstanbul'un Fethi ve Fatih olmak üzere, bir çok esere imza atan ve son olarak da dedesi İsmail Hakkı Fakirullah Hazretleri ile Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri'nin yeraldığı 'Narçiçeği, Yılın İlk Güneşi' adlı romanı ile okuyucusuna ulaşan Eda Bildek ile yazarlık ve toplum ilişkisi hakkında konuştuk



Eda Bildek kimdir, genç bir yazar olarak, okuyucularınız tarafından nasıl tanınmak istersiniz?

1987 yılının Ağustos ayında Adana'da dünyaya gelmiş, dedesinin aşığı, anne ve babasının tek kızıdır. Kendisini bildi bileli, kelimelere gözlerini dikmiş, şimdi de son nefesine kadar, kelimelerden inşa ettiği hayatını, satırlara dökmekle meşgul bir öğrenci... Kitaplarımı okuyacak her insan, yazarını da merak eder, kişiliğini, şahsiyetini, duruşunu... Bu manada kitaplarımı okuyacak olan insanlar, aslında beni kendi yüreği ile görecek; yine de benim nerede okuduğum, şuan nerede çalıştığım, medeni durum, kaç dil bildiğim gibi, klasik sorular yerine sadece, yazdıklarıma bakmalarını istiyorum. Beni oradaki karakterler ve anlattığım konularla tanısınlar. Çünkü gerçek Eda Bildek, yazdığı her kitabın içerisinde nefes aldığı kadar vardır.

GERÇEKTEN, BU YOLA ÖMÜR ADAYANLAR, TALİP OLMALI!

Yazmak, yazı yazmak bir ihtiyaç mıdır, nasıl bir his ile yazı yazma belirir ve yazmaya başlar insan?

Yazmak denilince iki farklı şeyi kast ediyoruz. Günümüz kuşağında hızla doğup, ölüyor kelimelerin derinliği. Eskisi gibi olmadığı kesin. Sanki her şey gibi yazmanın da, manasını öldürdüler. Eli kalem tutup kelimeleri devşiren öyle çok ki, oysa kelimeler için, can vermeye aday kaç kişi var hiç bilmiyorum. Eski kuşak yazarların yazdıklarındaki kültürün, yaşanmışlığın, hissiyatın derinliğini bugün yakalayamıyoruz. O gün fırsatlar azdı, bugün derinliği olan insanlar, az.  Sözün üzerindeki kudretin, özündeki ruhun farkında olanların işi olmalı, yazmak. Ne kadar alkışlandığını, ne kazandığını, ne kazanacağını hesap edenlerin harcı olmamalı. Yazmak da tıpkı aşk gibi, hesap işi değildir. Eli kalem tutan herkes, gönlünü kâğıdın ak gerdanına akıtmalı, elbet. Bir nevi terapi gibi gelecektir, gönlü yüklü olana ama bir esere dönüşecek çalışmalar için, gerçekten bu yola ömür adayanlar, talip olmalı. Çünkü yazmak bir fiilden çok daha fazlası, ciğerlerinizden sökülen acılarınızın, harflerin kalıbına sığınarak, yok oluşa meydan okumasıdır. Bir klavyede harfleri bir araya getirmekten, çok daha fazla emek ister. Son nefesinize kadar okumaya, araştırmaya, öğrenmeye aç olmalısınız ki, yazdıklarınızın anlamı olsun.

MEZİYET; KONUNUN SEÇİMİNDEN ZİYADE, ÜSLUBUN VARLIĞINDA SAKLIDIR

Yazdığınız kitaplarınızda, konuları seçerken tercih ve kriterleriniz nelerdir?

Ben yazarken önce bana bir şeyler katacak konuları seçmeye özen gösteriyorum. Bana bir şey katmayacak bir konunun başkalarına da verecek bir şeyi olduğuna inanmıyorum. Yaşanmış olayların bir dokusu, bir sıcaklığı olduğunu düşünüyorum. Yazacağım dönemi yahut kişiyi damarlarıma kadar hissettiğim zaman tamam diyorum, işte burada bana ait bir şey var. Tamda bu noktadan doğuyor satırlar.

Yaşanmış dönemleri yazmak aynı dönemi tekrar etmek anlamına mı geliyor, yaşanmış olayları yazmayı nasıl tarif edersiniz?



Aksine, 'Bugün yeni şeyler söylemek lazım' der, Hazreti Mevlana; burada kast edilen konu değildir; konuların söyleniş şeklidir. Aslında yazardaki meziyet, konunun seçiminden ziyade, üslubun varlığında saklıdır.  Benim için bugün yaşanmış dönemleri, yaşamış kişileri yahut yazılmış konuları yazmak büsbütün farklı bir anlama geliyor. Zaman değişirken farklı insanlar geçmiş zaman insanlarının yaşadıklarını bugün yeniden yaşıyor. İşte bugünkü insana dünün kalbinden 'Eda' olarak kendi ruhumun iklimi ile kapı aralıyor olmak istiyorum ben. Bu aynı şeyleri yazmak değil, yaşanmış olayları yeniden özgün olarak sunma arzusu.

BU BİR LÜTUF İDİ; DEDEM İLE İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ, BİR ROMANDA BULUŞTU

Narçiçeği Yılın İlk Güneşi, son yayınlanmış eseriniz; ilk İbrahim Hakkı Hazretleri Romanı, sizin için önemi nedir?

Köklerinin sızladığını duymayan insan nasıl kendi yurdunu, varlığını özümsediğini söyleyebilir ki? Şuana kadarki yazdığım her eser duygu olarak benim gönlümden doğsa da, konu ve seçtiğim kişiler bakımından benim hayatımın bir parçası olan seçimlerdi. İbrahim Hakkı Hazretleri, müthiş bir ilim insanı, şair, derviş olmasının yanında benim dedem İsmail Hakkı Fakirullah Hazretlerinin de talebesi ve daha sonraki yıllar da torunu Fatma ile evlenerek de akrabalık ilişkisi kurduğu bir zat. Bu nedenle de benim muhakkak dönüp bakmam gereken bir isimdi. Onu yazmak demek kendi yaralarıma şifa bulmam demekti. Çünkü dedem 'İbrahim Hakkı benim eserim, beni okumak isteyen ona baksın' diyecek kadar onunla bütünleşmiş.

Bir dervişin, hayatını yazmak nasıl bir duygu?

Bütün değerlerin tek tek anlamını yitirdiği, ilişkilerin sıradanlaştığı günümüzde belki de en çok Peygamberlerin, dervişlerin, yaşadığı ömrü ilme adamış insanları anlatmayı tercih etmeliyiz. İnsanlığın buna ihtiyacı var. İnsan olma, yegâne amacımız olmalı, fakat kendisini yaratan sanatçısını anlamayan, kendi varlığını önemini nasıl anlasın? Ömrünün çilehanesini sabırla gül bahçesine dönüştüren bu mukaddes kişiler, bizim kendimize yeniden bakmamızı sağlıyor. Şükür ile sabır gibi iki büyük iksir aşılıyorlar ruhumuza, tabi kalbiniz nispetinde idrak ediyorsunuz. Ben hem kökenimdeki bir isme, hem onun gölgesinden yeşeren dallanan budaklanan İbrahim Hakkı hz'ne, bakmış oldum. Gözlerimi kapadım, Tillo'nun bağlarında gezinip durdum. Kulaklarımda, İbrahim (Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri) dilinden dökülen mukaddes mısralar vardı. O mısraları ateşleyen gönül ise dedem( İsmail Fakirullah Hazretleri) idi.  Ve 'Nar çiçeği, Yılın ilk güneşi' adlı kitabım, zuhura gelmiş oldu.

Bir yazar için, daha nasıl bir lütuf olabilirdi ki, bu alemde... Ve Allah'a yazdığım, her satırda hamd ettim.

OKUMAK VE OKUDUĞUNU ANLAMA; ÖNCE AİLE VE SONRA DA, EĞİTİM SİSTEMİ İLE İLGİLİ BİR DURUM!

Genel olarak okumayan ya da az okuyan, bir toplum olarak okumama nedenlerimiz ile okumayan şahıs, aile ve millet olarak neler kaybediyoruz?



Bunun için tek bir neden söylemek imkânsız. Ne yazık ki, yazan kesimin dahi çok okuma alışkanlığı olmadığını tecrübelerimle gördüm. Biz maalesef yapı itibariyle doğruları söyleyen, insanlara ne yapmaları gerektiği konusunda ahkâm kesen ama yapılması gerekenleri uygulamayan bir milletiz. Ebeveynler çocuklarına, öğretmenler öğrencilerine sürekli ne yapmaları gerektiğini söyler, fakat doğru olan yöntem çok sözden daha fazla net duruş sergilemektir. Uygulanmayan, gözlenmeyen bir davranışı benimsemek çok mümkün değil. Önce aile yapısında daha sonra da eğitim sisteminde ciddi düzenlemeler yapılmalı! Kitabın entel görünmek için yahut ben çok bilgiliyim demek maksadıyla değil de ciddi bir ruh mekanizmasının gelişmesi, beyin egzersizi yapmak ve hayatın içinde bir duruş sergilemek amacıyla yemek içmek kadar rutin hayatımızda yeri olması lazım. Belki o vakit ilk emri 'Oku' olan İslam'ın gerçek şuurunu da kazanmamız mümkün olacak. Neler kaybediyoruz, her şeyden evvel kendimizi kaybediyoruz. Kendini kaybetmiş bir şahsiyet koca bir ömrü kaybediyor. Yaşadığı çağı idrak edemiyor, geçmiş ile bugün arasında bağ kuramıyor ve ne yazık ki yarına bırakacak ışığı olmuyor. Kendi ile meşgul olmayan insan başkaları ile meşgul oluyor, hadsiz oluyor. Okumak, tek bir ömrün içinde sayısız zamanları, mekânları yaşama imkânı tanıdığı gibi, birçok karekterin ruhu ile birden fazla hayat yaşıyor. Ve hakkıyla okuyan bir insanın mütevazı duruşundaki şuur dokunduğu her yeri güzelleştirmeye yetiyor. Keşke hakkıyla okuyan bir millet olsaydık, o vakit güzel memleketimiz şu anki noktada olmazdı.

YAZARKEN, NEREDE DÜŞÜNÜYOR VE NEREDE HAYAL EDİYOR İSEM ORADAYIM...

Bir romancı için, şehirde yaşamak ile taşrada şehirden uzak, tabiatın içinde yaşamak ve  yazmak arasında ne farklar vardır?

Ben hiç taşranın doğal ruhu içerisinde, samimi bir havayı teneffüs ederek yazma imkânı yaşamadım. Kentlerin kalabalığında yalnızlığın ve maskelerin ardındaki gerçekliğin, peşine düşme telaşı ile yazdım. Şartlar olarak tabi ki, her ikisinin de yazan kişiye, kazandıracağı olumlu ve olumsuz yanlar olduğunu düşünüyorum. Fakat kimine imkânsızlık yazdırır; kimine imkân... Yazmanın standart teknikleri olsa da, yazanın standart yazma teknikleri yoktur. Mesela benim için, mekân ve zaman kavramı yoktur. İkisi de benim ruhumun kalıbında, duygu yoğunluğumla var ettiğim ve içerisine girmeyi başardığım kavramlardır. Kendimi nerede hayal ediyorsam, oradayımdır. Sadece hissetmem yeterli ve hissetmem için, o mekânda olmama gerek te yok. Fakat şunu belirtmeliyim ki, ister kentin içinden, ister taşradan doğsun bir yazar; nerede olursa olsun, kendi olmalıdır ve kelimelerden bir dünyası olacaksa, kentin dev binaları, maskelere bürünmüş insanları, albenili ışıltılarını da; taşranın doğal, toprağa eli değmiş insanını, bol yıldızlı gecelerini, yokluk içerisindeki paylaşma cömertliğini de muhakkak kalbiyle görmeli. O vakit, kaleminin çok daha fazla çağlayacağına inanıyorum.

SANATKAR, ZAAF VE HATALARINDAN ARINMALI VE SANATINDAN DA BU OLUMSUZLUKLARI UZAK TUTMALI...

İnanç ve ahlak gibi değerlerin, toplumun ruh ve şahsiyet oluşumunda etkisi ile bu süreçte yazar, şair ve sanatçıların rolü ve önemi nedir?

İnanç bir insanın değerlerini, ilkelerini, hayata bakış açısını yansıtan bir kavramdır. Öyle ya da böyle her insanın, bir inancı var. İster ilahi bir dine inanırsınız, ister doğaya yahut yokluğa... Ama nefes aldığınız sürece, imzanızı attığınız her yerin altında inancınız yatar. Bu yüzden eğer 'onun bunun' yönlendirmesi ile yazan ve yaşayan bir kişi değil iseniz; inancınız ile tercihleriniz uyum sağlamalıdır. Aksi takdirde, aradaki uçurumun içerisinde, net bir duruş sağlayamazsınız. Ve siz net değil iken, sizin sanatınıza gönlü temaşa edecek kişiler de, net bir bağlanış gösteremeyecektir. Fakat, sadece tek başına ne ahlak, ne inanç yeterli değildir. Bu özelliklere sahip kişiler, illa ki çok iyi yazar ya da iyi bir müzisyen olacak diye bir kaide de yok. Ancak, her ne ile meşgul iseniz, ona dönüşmelisiniz. Yani görünürde kalemi tutan parmaklarınız dahi olsa, hakikatte kalem siz olmalısınız. Doğruyu söylemek farzdır, güzele davet etmek de; kişinin kusurları şahsi bir meseledir. Onun Allah'a vereceği bir hesap ya da imtihanının cilvesi için, olan zaafları da olabilir. Fakat hatayı, yanlışı ısrarla meşrulaştırarak, sanata dönüştürmesi, toplumun kusurlarına dönüşür ve bu çok büyük bir vebaldir. Telafisi çoğu zaman, mümkün olmayacak kadar ağır neticeler doğurur. Yani yaşantıya yansıması güzeldir ama yaşantıya yerleşmiyorsa da, bir yazar, şair ya da sanatkar, sanatında her daim doğru ve güzel olanı yansıtması gerekir.

RUHUNUN, NE İSTEDİĞİNİ BİLMELİ VE ONA GÖRE YAZMALI İNSAN!

Son olarak ne söylemek istersiniz okurlarınıza?

"Sınırlar kadar hiçbir kısıtlamadan sıkılmadım ve kendi sınırlarım içinde sınırsızlığımı kurdum." Diyor ya Tezer Özlü, bende bunu savunuyorum. Kimseye benzemeye çalışmayın, kendi ruhunuzun ne istediğini önce bilin, sonra onu inşa etmek için yaşayın. Eğer kavuşursanız, siz iyi bir mimar olursunuz; şayet kavuşamazsanız savaşarak ölmüş, bir kahraman olursunuz. Başkalarının hayatlarını yaşamaktan, çok daha onurlu bir seçimdir, hissettiğiniz gibi yaşamak. Maskeler aldatıcı ve eğretidir. Yazar olmak marifet mi, yazmak mı marifet, ne yazdığınız, okuyucu da neler bıraktığınız mı hüner? Aslında bir anlamda, sadece yazmak değil ki marifet, ne yazdığınız, nasıl ve ne niyet ile yazdığınızdır önemli olan.  Yazar-Yazan kişinin, yazdıkları ile okuyucularının kalplerinde, bir dirilişin kıvılcımına sebep olabilmesidir. Yazı yazacak kişi ya da yazar, yazmak için doğduğuna inanıyor ise, aşk ile okumalılar, aşk ile araştırmalılar ve içlerindeki o kıvılcımı artırarak yazsınlar.

ÇARESİZLİK İÇİNDE, UMUT SÖZCÜĞÜNE SIĞINDIĞIM ANLAR!

Yazarken, çaresizlik içinde umut sözcüğüne sığındığım anlar oldu. Fakat: " Kim uydurdu bu umut denen şeyi. O dünyanın en büyük yalanı, kendi kendini kandırma oyunu." dediğim anlar, daha fazla oldu.

Çeliştim kendi içimde. Hem de çok çeliştim... Kah bulutların üzerinde gezindim kah yerin yedi kat dibinde öleceğim günü bekledim. Makul bir yanı yok ki aşkın, sıradan insanlar gibi düzyolda yürüyelim. Değişiğiz biz biraz. Hücrelerine kadar sevenlerdeniz ki sevinç yeniden doğurur bizi, acı yıkıcıdır bizde.

Coşkuyla  başlayıp tutkuyla sürdürdüğümüzü, kederle sonlandırmak zorunda bırakılsak da her seferinde, şükür. Bin kere şükür. Ölmek ne güzel şeydir aşkın elinden. Kimimizin teninde kokusu, kimimizin hafızasında hatırasıyla...

Kaybetmek de güzeldir bazen. Zira sahip olmadığınızı kaybedemezsiniz. Bir zamanlar benimdi, bana aitti diyebilmek de güzeldir. Ki kaybetmek yenilmek değildir asla. Geride kalan olmaksa kaybetmek değildir her zaman. Yüreğindeki aşkın hakkını verdin mi sonuna kadar? Boşver gerisini. Gitmek isteyen bırak gitsin...

Ben de sordum kendime, en az sizin kadar. Sadakatle sevenlere neden yalnızlık düşer daima? Anladım ki cevabı, sadece O'na malum! Ve hiç öğrenemeyeceğimiz bir muamma. Bize düşen ise, hep aynı cümle: "Gidenlere Merhaba."

Evet, elveda değil, merhaba. Çünkü her giden, hatırasıyla sonsuza kadar bizimle...

EDA BİDEK KİMDİR?



Adana, Seyhan'da 1987 yılında doğan Eda Bidek kültür, sanat, edebiyat ve maneviyat atmosferinde yetişti. Yazıya olan kabiliyet ve ilgisi, daha çocuk yaşlarında, ailesi ve öğretmenleri tarafından farkedildi. Yazı yazamaya teşvik edildi.  Adana Anadolu İmam Hatip Lisesi'nden 2005 yılında mezun oldu. Adana Radyo-TV yayınclığı ve öğreticiliği mezunu (2009). İstanbul'da yaşamaya başladı. 'Aşkın Peygamberi Hz. Muhammed' adlı eseri ile ilk kitabı yayınlandı (2011). Bir süre Radyo tv alanında eğitim aldı. Tarih, inanç, insan, hayat ve tasavvuf üzerine araştırmalar yapmakta, bu ve benzeri konular hakkında da kitaplar yazmaktadır. Yazar, çeşitli haber sitelerinde ve çeşitli yerel gazetelerde, köşe yazıları ile okurları ile paylaşmayı sürdürüyor.

Yayınlanmış Eserleri:

Aşkın Peygamberi Hz. Muhammed. 1453 Fetih. Çöle İnen Rahmet. Aşkın Mührü Kimya. Mor Rüya Yedi Uyurlar. Kırlangıç Ağıdı. Sırat-ı aşk. Cennet Kadınları.

Allah'a havale ettim. Nar çiçeği, Yılın ilk güneşi.