Yaşamak çukur yerlere doluyor diyorlar

Düşünsenize; herhangi bir amaçla bir yolculuk planlıyorsunuz. Bu yolculuğa karar veren, planlayan, yolculuğu yapan sizsiniz. Yolculuk sizi öyle şeylerle karşılıyor, öyle deneyimler yaşatıyor ki aklınızın ucundan geçmeyecek bir şey, yolculuğunuzun yeni ve asıl amacı hâline gelebiliyor.

Abone Ol

Söyleşi konumuz filmde böyle bir hikâyenin tanığı oluyoruz. Geçen hafta şöyle demiştim; “okuduğumuz bir roman şiir tadı, izlediğimiz bir film kitap tadı verebilir. Bir kitabı okur gibi izleyebiliriz bir filmi ve bir şiir hüzünlü bir hikâyeye dönüşebilir bazen.”

“İşe Yarar Bir Şey” işte böyle şiir gibi bir film, dönüp tekrar okumak isteyeceğiniz bir şiir gibi.

“baktım rüzgârsın sen / baktım çamaşır ipini zorluyorsun / hepimizin derdi güzel yaşlanmak sevgilim / baktım bir kitabın sayfalarını çeviriyorsun / ayağına terlik giy / bildiğimiz şeylerin taşında yalınayak geziyorsun”

Filmin yönetmeni Pelin Esmer. Senaryo ise Pelin Esmer ve Barış Bıçakçı’ya ait. Filmin bıraktığı şiirsel etkide Barış Bıçakçı’nın kaleminin etkisi kuşkusuz çok büyük.

“İşe Yarar Bir Şey” filmini izlerken hem varoluşun zamansal dokusuna dair bir meditasyon yapıyormuşsunuz hissi geliyor hem de gerçekle imge arasında süzülen bir gerilimin ortağı oluyorsunuz.

Film, bir tren yolculuğuyla başlıyor. Tren, filmde kullanılan imgelerden biri yalnızca. Bir taşıttan, bir mekân değiştirme aracından ziyade; zaman ve bellek arasında salınımı temsil eden bir imge.

Herkes bir yere gidiyor filmde. Ama hiç kimse vardığı yerin sahibi değil. Aslında herkes kendi varlığının sınırında dolaşıyor.

Yolculuk, geçmişin izleri (Leyla’nın lise arkadaşlarıyla buluşmasına gitmesi) ve geleceğe dair belirsizlik (Canan’ın ölümle yüzleşecek olması) arasında ilerliyor. Leyla çıktığı yolculukla; belki de içsel bir boşluğu doldurmaya çalışıyor. Canan ise bir eylemin ucunda duruyor.

Film, karakterlerin yolculuğunu değil de zamanla ilişkilerini anlatıyor gibi. Yolculuk filmde “bir yerden başka bir yere gitmek” mantığından çıkarak; “içsel bir güzergâha”, bir düşünüş ve bakış biçimine dönüşüyor.

Beden rayların üzerinde ilerlerken, zihin geçmişe, ruh geleceğe, bilinç ise çoğu zaman kendi karanlık kıyısına savruluyor. Leyla’nın kendisiyle, geçmişiyle, mesleğiyle ve hayatına değen insanlarla kurduğu ilişkiler, trenin ritmi ve penceredeki karelerle birlikte, bir iç dünya katmanlaşması yaratıyor.

Leyla’nın şair olması, söze ve görüntüye verdiği anlam; onun yolculuğunu sıradanlıktan çıkarıp daha derin, daha sezgisel bir hâle getiriyor. Leyla’nın şiirlerinin okunduğu sahnelerin tadıysa apayrı;

“Yaşamak çukur yerlere doluyor diyorlar / bu yüzden yıkıntıya dönüşse de yaşıyormuş insan / ama hep yıkıldığımız yeter sevgilim, biraz da kekik toplayalım / kıymetini bilmediğimiz şeyler var / yaşamak bir at gibi huysuzlanıyor kapımızda sevgilim / geçen günlere üzüldük tamam yola düşelim / düşünelim: başka günlerin duvarı daha sağlam / düşünelim: başka günlerin sokağı daha neşeli / başka evlerin kadınları erkekleri tam bir kahraman / tül perdeler uçuşurken başka evlerin pencerelerinde / bizi bir kitabın sayfaları arasında kurutuyor zaman”

Bir edebiyatseverseniz ve bu filmi henüz izlemediyseniz, izlediğinizde ruhunuzun izini sürebileceğiniz bir bağ yakalayacağınızı ve belki de tekrar izlemek isteyeceğiniz o hissi bulacağınızı düşünüyorum.

Zor ve ağır bir durumun, bir iki basit cümleyle kolayca ifade edilebilmesi gibi; film de meselenin ağırlığını saklı tutarak ölümün seçilebilir bir ihtimal olduğunu basitçe söyleyiveriyor, doğruluğunu yanlışlığını tartışmaya sokmadan. Bir insanın kendi sonunu düşünme biçimi, yaşamı nasıl deneyimlediğini de gösteriyor.

Her şey sona erdikten sonra, Leyla, Yavuz’u düşünüp aklından şunu geçirmiş olabilir mi? “Bazen birinin yanında sessizce durmak, belki de yapılabilecek en işe yarar şeydir...”