Uzun yıllar “Türkiye Cumhuriyeti pasaportunu cebine koyan, vizesiz bütün Avrupa’yı dolaşabilecek” hayaliyle uyuttular.

Türkiye’nin Avrupa Birliğine gireceği ve vize sorunun kökünden çözüleceği umut ediliyordu.

Artık öyle bir umut da kalmadı, vizesiz Avrupa’yı dolaşmak hayal bile edilemiyor.

Madem biz gidemiyoruz, isteyen bizim ülkemize gelsin denilmiş olacak ki, vizesiz neredeyse tüm ülkelerin vatandaşlarına kapılarımızı açtık.

Hatta birçok ülke vatandaşına vizeyi bırak, pasaport bile sormuyoruz.

Yeni kararla, artık Bulgaristan vatandaşları da pasaport olmadan ülkemize gelecekler. Başka bir deyişle Bulgaristan vatandaşları şehir değiştirir gibi ülkemize girip çıkabilecek.

Peki, isteyen Türk vatandaşı nüfus cüzdanıyla Bulgaristan’a girebiliyor mu derseniz, tabii ki hayır. Hatta pasaport bile yeterli değil, Türk vatandaşları vize almadan Bulgaristan’a giremiyor.

Biz isteyene buyur diyoruz ama Bulgarlar bile “Dur hele, kimsin sen, vizen var mı?” diye soruyor.

Ülkeler arasında mütekabiliyet yani karşılıklılık ilkesi esastır, yani kısasa kısas.

Başka bir deyişle, sen vize istersen, ben de vize isterim, sen serbest geçiş tanırsan, ben de serbest geçiş tanırım…

Örneğin Türk vatandaşları Gürcistan’a pasaportsuz sadece nüfus cüzdanı ile gidebiliyor, Gürcistan vatandaşları da aynı şekilde gelebiliyor.

Bu normal bir durumdur, ancak Bulgaristan vatandaşlarına tanınan bu imtiyaz kabul edilebilir bir durum değildir.

Daha hazin tarafı, düne kadar Türk vatandaşları Edirne üzerinden Bulgaristan’a geçiyor, ucuz alışveriş yaparak ülkemize dönüyorlardı.

Şimdi devran tersine döndü. Bulgarlar sorgusuz sualsiz Edirne’ye geliyor, istediğini ucuza alıyor ve ülkelerine dönüyorlar.

Düne kadar Bulgarlar, Türkiye’de bir gün kazandıkları ile kendi ülkelerinde bir hafta geçinebiliyorlardı…

Şimdi Bulgaristan’da bir gün kazandıklarıyla Türkiye’de bir hafta keyiflerince yaşıyorlar.

Aynı durum diğer komşularımız için de geçerliydi…

Gürcüler, Türkiye’ye gelip çay ve fındık toplarlardı… Türkiye’de bir yaz kazandıkları ile bir yıl geçinebiliyorlardı…

Türk Lirası aşırı değer kaybettiğinden artık Gürcüler de gelmiyor.

Maalesef herkes zengini seviyor, cebinizde paranız yoksa itibarınız da yok kabul ediliyor.

Parası çok olanı kıskanıyorlar, paranız yoksa kimse yüzünüze de bakmıyor.

*****

Ayrık otu ve çınar

Çayır önce şaşırdı. Bu davetsiz misafiri hiç tanımıyordu. “Adın nedir?” diye sordu, “Sana kim derler?” Öteki, biraz daha ezilip büzüldü, merhamet dilenen bir sesle; “Bana, ayrık otu, derler. Kimseye zararım dokunmaz. Herkese iyilik ederim” dedi. Çayır; “Pekiyi. Yalnız, bizim çocuklara bir danışayım. Kabul ederlerse, sana da bir köşe veririz. Bizim burada demokrasi vardır. Hiç kimse tek başına karar veremez. Herkesin fikri alınır” diyerek, çayırda yaşayan bütün bitkileri topladı.

Kısaca meseleyi anlattı. Diz boyu çimenler, mor menekşeler, kıpkırmızı gelincikler, sarı papatyalar, yeni bir arkadaşa kavuşacaklarını düşünerek çok sevindiler. Oy birliği ile “ayrık otu”na münasip bir yer verilmesi tezini savundular. O çayırda, ulu bir çınar vardı. Çok yaşamış, çok gün görmüştü. Söz aldı:

“İşinize karışmak gibi olmasın ama bence hata ediyorsunuz. Siz, ‘ayrık otu’nu tanımazsınız. Görünüşüne aldanmayın. Son derece zararlı bir bitkidir. Aranıza girerse huzurunuzu bozar, kökünüzü kurutur, yaşama hakkınızı elinizden alır. İyiliğiniz için söylüyorum. Bana göre hava hoş. Ben kuvvetliyim. Bana hiçbir şey yapamaz.”

‘Çınar’ın öğütlerine aldırış eden olmadı… “İhtiyar, amma da saçmalıyor ha! Bu zavallı kime kötülük edebilir ki!” dediler. Böylece, karar verildi. Ayrık otu, çayırın verimsiz bir köşesine yerleşti.

Sonra, zaman geçti… Ayrık otu, tabiatının icabını yapmağa başladı. Kendisine ayrılan saha ile yetinmedi. Her tarafa kök saldı. Toprağını gittikçe genişletiyor, herkese kafa tutuyor, yavaş yavaş herkesi yerinden ediyordu. ‘Çayır’ın huzuru kaçmıştı. O eski ahenk, dostça ve beraberce yaşanılan günler şimdi bir hayâl olmuştu. Çimenler, artık diz boyu değildi. Menekşeler, o şahane morluklarını kaybetmiş kirli bir renge bürünmüşlerdi. Gelincikler, muradına ermeden soluveren gelinlere benzemişti. Papatyaların sarısı artık eskisi gibi tatlı görünmüyor, bir ölüm sarılığını hatırlatıyordu.

Vaziyetin gittikçe kötüleştiğini görünce, meseleyi bir kere daha müzakere ettiler. Herkes, başlangıçtaki fikrinin hatalı olduğunu, ‘ayrık otu’nu kabul etmemeleri gerektiğini söyledi. Yazık ki, iş işten geçmişti. Ne yapılabileceğini düşündüler. Neticede, “Çayır Ana’ya gidip ‘ayrık otu’nu şikâyet etmeğe karar verdiler. Çayır, çocuklarının haline çok üzüldü, âdeta yüreği parçalandı. Hemen, “ayrık otu”nu buldu. Hiddetle; “Sana verdiğimiz köşede durmamış, her tarafı istilâ etmeye başlamışsın. Çocukların huzuru kalmamış. Sana acıdıkları için aralarına almışlardı. Hepsini pişman ettin. Ya bu huyundan vazgeç, köşeciğine çekil ya da geldiğin yere git” dedi.

Ayrık otu, arsız arsız sırıttı. Kendine güvenen bir ifade ile “Yerimden memnunum… Halimden asla şikâyetçi değilim. Rahatsızlığım da yok. Eğer rahatsız olanlar varsa, çekip gitmekte serbesttirler. Beyhude yorulmayın. Elinizden bir şey gelmez. Köklerimi öyle derinlere saldım ki, artık söküp atamazsınız!” cevabını verdi.

Sözünü kimseye dinletemeyen Ulu Çınar’a gelince Çayır sakinlerinin haline o kadar üzülmüş, kaybolan saadetlerinin arkasından öylesine ağlamış ki, “Ben demedim mi?” bile diyememiş…

(Galip Erdem - Ülkücünün Çilesi. Ötüken Yayınevi. İstanbul 1976)

*****

TEBESSÜM

Merak

Aynanın karşısına geçip de gözlerini kapatan Temel’e ne yaptığını sormuşlar:

- Hiç! Uyurken nasıl göründüğümü merak ediyorum!

*****

GÜNÜN SÖZÜ

Faydasız bir hayat erken bir ölümdür.

Goethe