İyi ve güzel olan şeyleri bozmakta üstümüze yok. Sadece günümüze değil, geleceğe de zarar veriliyor, güzel şeylerin önü kapatılıyor.

Türk tarihinde, belki de dünyada başka hiçbir millete olmayan bir vakıf geleneği var.

Bir para veya mülkü, gelecekte de belli bir hizmetin sürdürülmesi için resmi bir işlemle tahsis ediyorsunuz.

Örneğin, zengin bir aile, birkaç gayrimenkulünü fakir çocukların eğitimi için tahsis ediyor, gelecek kira geliri ile öğrencilere burs veriliyor, bazılarında da öğrencilerin barınma ihtiyacı karşılanıyor.

Tabii ki bunlar hiçbir karşılık beklenmeden yapılıyor. Karşılık alınırsa bir vakıftan değil, ticaretten bahsedilir.

Vakfın en önemli özelliği, belki de tek şartı, bağışlanan mal veya paranın şahsın kişisel serveti olmasıdır. Vakıf genelde, bağışçıların adıyla anılır. Sonradan vakfa destek olanlar, karşılıksız bağışta bulunanlar tabii ki olabiliyor, bunun önünde engel yok.

Vakıfta temel ve birinci şart, her şeyin karşılıksız verilmesi, bağışlanmasıdır…

Ne alâka, bunları niçin anlatıyorsunuz denilebilir.

Son günlerde ülkemizde yaşanan vakıf tartışmalarını hatırlayın.

Kamu kuruluşundan büyük bir bina, bedelsiz veya düşük bir bedelle falancanın vakfına tahsis edildi, haberlerini her gün duyuyor, okuyoruz.

“Şahsa değil, vakfa tahsis edildi, bunda ne terslik olabilir” diye düşünülebilir.

Bir kişi vakıf kuruyorsa, vakfın amacını karşılayacak kadar mal veya parayı vakfa tahsis etmesi gerekir. Son yıllarda ise tersi oluyor, önce vakıf kuruluyor; vakfa kamu kaynaklarından ücretsiz veya çok düşük bedelle alınacak mülklerle gelir sağlanmak isteniyor.

Daha da hazin tarafı, birçok vakıf, kamu kuruluşlarından, özellikle de belediyelerden çok düşük bedelle taşınmazlar alıyor, bu taşınmazları yüksek bedellerle başkalarına kiralıyor.

Burada vakfın amacı, belediyelerin binalarını yüksek bedelle birilerine kiralamak mı?

Paran varsa vakıf kur, amacın neyse onu yap, biz de alkışlayalım…

Paran yoksa, kafana silah dayayan mı var, niçin vakıf kuruyorsun? Hadi kurdun, kamunun mallarını niçin bedelsiz alıyorsun, kullanıyorsun?

En üzücü tarafı da, bu vakıflar öğrencilere hizmet vereceğiz diye yurt açıyor; yurtta barınan öğrencilerden piyasa fiyatlarının üzerinde ücret talep ediliyor. Yetmedi, Kredi ve Yurtlar Kurumundan yurtlarında kalan öğrenci başına ücret alınıyor.

Vakıf değil, katmerli ticaret…

Bir başka vakıf garabeti üniversitelerde… Güya vakıf üniversitesi olarak anılıyor, yasa gereği öyle de olmak zorunda…

Neredeyse tamamı ticarethane gibi çalışıyor. Ama kamunun binaları çok düşük bedellerle, kimi zaman ücretsiz 50 yıllığına güya vakıf diye bu üniversitelere tahsis ediliyor.

Bina devletin binası, okumak para ile, yurt para ile, yemek para ile, üniversiteye adım attın her şey para…

Sorarsan vakıf üniversitesi…

Bazı vakıf üniversiteleri ise hatırlı adamları olmadığı için tek kuruş alamıyor, kamu binalarına yaklaşamıyor bile…

Kimisi kamudan besleniyor, kimisi kendi imkanları ile ayakta duruyor. Kendi içinde bile adaletsizlik var.

Maalesef bütün bunlar yaşandığı için milletimiz o güzel geleneğimiz olan vakıflara bile soğuk bakmaya, hatta vakıf geleneğini şiddetle eleştirmeye başladı.

Yazıktır, bari iyilik yapmak isteyenin kursağında bırakmayın…

*****

Tek tek hesap sorar!

Sivas Kongresi sağ salim tamamlandı. Ankara’ya gidilecekti, ama gene para yoktu. Osmanlı Bankasından 1.000 lira borç aldılar. Bankanın adı Osmanlı’ydı, müdür Alman’dı. Borca karşılık senet imzaladılar.

Benzin yoktu, lastik yoktu. Sivas’ta sadece Amerikan Okulunda otomobil vardı. Bizimkilerin kendi memleketlerinde yiyecek ekmeği bile yokken, Amerikalılar Anadolu’nun göbeğinde her türlü maddi imkâna sahipti.

Ermeni tehcirinde sahipsiz kalan kız çocuklarını okutuyorlardı. Okulun Müdiresi Mary Louise Graffam’a başvurdular; “Elbette, ne lazımsa veririz, lütfen hediye kabul ediniz, ısrar etmeyiniz, asla para kabul etmeyiz” dedi.

Altı teneke benzin, iki çift lastik aldılar.

Hadiseyi öğrenen Mustafa Kemal itiraz etti; “Şimdi para almıyorlar ama sonra arkamızdan cebren aldı derler, vesika tanzim edin, alınan malzemelerin listesini yazın, ısrarımıza rağmen para almadıklarına dair elimizde vesika bulunsun; ne olur ne olmaz, imzalayalım, müdire hanım da imzalasın” dedi.

Mazhar Müfit tekrar okula gitti. Bu belge iki taraflı imzalandı.

“Hediye, bağış, ödenek” gibi kavramlar, Mustafa Kemal için hassas konulardı, asla ihmal etmezdi, mutlaka kayda geçirtirdi.

Sivas’a gelir gelmez maiyetinde görev yapan Hacı Derviş’i çarşıya göndermiş, büyükçe bir defter aldırmıştı. Kongre vesilesiyle yapılan masrafları, harcanan paraları kuruşu kuruşuna yazdırıyordu.

Bir gün Hacı Derviş dayanamadı; “Paşam bu hengamede kim hesap soracak?” dedi.

Mustafa Kemal’in cevabı ibretlikti:

“Gün gelir, millet benden de başkasından da tek tek hesap sorar. Biz bugün hesabımızı eksiksiz yazalım, millet de yarın parasının nereye harcandığını bilsin.”

Atatürk’ün Sivas Kongresi sırasında giydiği bu ilk sivil kıyafeti, Erzurum Valisi Münir Bey (Akkaya) tarafından hediye edilmişti. Çünkü Atatürk’ün yanında giyebileceği sivil kıyafeti yoktu…

*****             

TEBESSÜM

Konserve

Anneleriyle pazara çıkan iki kardeş aralarında konuşuyordu. Büyük kardeş:

- Biz ne kadar şanslıyız. Çiftçiler fasulye, domates, biber, patates ekmese biz bunlar yiyemezdik. Halimiz ne olurdu?

Küçük kardeşi sözünü kesti:

- Yok ya, gayet güzel yerdik, niye yiyemeyelim?

- Nasıl yiyecektik ki?

- Konserve olarak!

*****

GÜNÜN SÖZÜ

Sağırlık kulakta değil; akıldadır.

Marlee Matlin