Bugün ayva fidanlarını dikerken kendime birkaç kere fısıldadığım ‘’toprağın üzerinde olmak ne güzel’’ cümlesi içerdiği sevinç, huzur ve mutlulukla bu haftanın yazı konusu olsun istedim.

Nihayet kar yağışı, yağmur, rüzgar, fırtına sona erdi ve bahçelerde çalışmaya başladık. Kış mevsiminin uzun sürmesi, mevsim normallerinin dışına çıkan yağışlar birçok işin yapılmasını engelledi. Yapılması gereken ne varsa birikerek gelip bu günlere sıkıştı. İnsanlar koşturarak budama, sürme, dikim işlerini yetiştirmeye çalışıyor.

İki sene önce ayva ağaçlarını budarken ortaya çıkan dalları toprağa sokarak elde ettiğim 350 kadar ayva çeliğini iki sene bakarak fidana dönüştürdüm. Boş bir araziye bu fidanları dikerek orayı da ayva bahçesi yaptım.

Doğa beni şaşırtmaya devam ediyor. Toprağa sokup; suladığımız kuru dal parçası o sene yani daha o dal parçaları ağaç olmadan, yaşına ermeden meyve vermişti. O minik, misket kadar ayvayı gördüğüm anda içimde kopan fırtınayı anlatmam mümkün değil. Duyumsadığım sevinç ve coşkuyla yaşamın nasıl büyük bir armağan olduğunu bir kere daha anladım çok şükür.

Üç günde bu 350 fidandan bir ayva bahçesi kurduk. Bir tarafında zeytin ağaçlarıyla komşu, diğer yanında cennet hurmaları var. Sınırını meşe, pıynar ve ceviz ağaçları çiziyor. O bahçelere bir kardeş geldi bugün.

Dün çok yorulmuşum. Öyle yorulmuşum ki yorgunluktan uyuyamadım. İşimiz akşam üstü bitti. Önceki gün kadar olmasa yine yorulduk. Ama bugün hissettiğimiz huzur veren bir yorgunluk. Evime geldim. Yemeğimi yedim. Biraz dinlendim. Çay demledim. Çayımı içerek sizlere anlatıyorum neler yaşadığımı ve yaşadıklarımdan kalanları.  

İnanın sadece bahçem oldu diye sevinmiyorum. Hatta sıralarsam bu belki de en sonlarda yer alacak bir neden. Öncesinde bir şeyler yapmanın huzuru var. Başarmanın, ortaya çıkarmanın, üretmenin getirdiği sevinç.  Artık Türkiye’nin 350 adet daha meyve veren ağacı oldu. İşte en çok bu duyguya karışıyor içimdeki sevinç ve huzur.

Konuklarımız da oldu bahçede. İlk gün tarlanın sürülmeyen kısımları sürülürken her sene köye konuk olan leylek ailesi geldi. Kocaman iki tane kuş yeni sürülen yerlerde solucan, kurt ve böcekleri topladı. Hiç çekinmeden rahat rahat dolaştılar tarlada.

İkinci gün açlıktan zayıf düşmüş bir anne köpek; biz yere oturmuş öğle yemeğimizi yerken korku içinde sürünerek yaklaştı yanımıza. Memeleri sarkmış ama açlıktan bir damla süt kalmamış içlerinde. Kemikleri çıkmış. Ekmek verdik. Yediklerimizden verdik. Büyük bir açlıkla saldırdı yiyeceklere. Beş kişi ne diyeceğimizi bilemedik açlığın karşısında. Bir süre dilimiz tutuldu. Konuşamadık. Açlık ağlatırmış. Bunu da anladık çok şükür.

İki saat sonra anne köpek yavrularını alıp geldi yanımıza. Çok ama çok sevimli üç tane yavru. Ham sevindik hem de açlıkla bir kere daha karşılaştık. O anne köpek bize nasıl güvendiyse gidip yavrularını alıp getirdi yanımıza. Bir canlının, özellikle bir annenin bizlere güvenmesi ne güzelmiş. Bunu da anladık çok şükür.

Üç yavru durmadan annelerinin boş memelerini emmeye çalışıyor. Azığımızdan kalan simitleri, açmaları da yavrulara dağıttık. Yediler ama doymadılar. Öğle yemeğimizden kalan zeytin çekirdeklerini bulup kıtır kıtır onları yediler.

Üçüncü gün sabah ilk işim anne ve üç yavrusunun karnını doyurmak oldu. Bütün gün yanımızdan ayrılmadılar. Biz çalışırken iki metre ötemizde; koyun koyuna sokularak uyudu yavrular. Belki de kısa yaşamlarının en huzurlu, en tok iki gününü yaşadılar. Bizlere de bunun sevinci, mutluluğu kaldı.

Leylekler, kuşlar, köpekler; hangi canlı gelip misafir olmuşsa ömrümüze hepsi bereketiyle gelir. Hepsi hoş gelmiş, sefa getirmiş.

Biz de bir sevdiğimizin ömründe misafir değil miyiz?