Suat Derviş pek çoğunun hafızasının karanlık bir köşesinde unutulmuş isimlerden biri. 1903 yılında İstanbul’da dünyaya gelmişti. 69 senelik yaşamında birçok eser yazar ve birçok ilke imza attı.

Suat Derviş’in asıl adı Hatice Saadet’ti. Darülfünûn’un kurucularından Müşir Derviş Paşa’nın torunu, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi hocalarından Doktor İsmail Derviş’in kızıydı. Anne tarafından kökleri saraya uzanıyordu.

Çocukluğu Küçük Çamlıca’da eski bir Bizans manastırı üstüne yapılmış, Boğaz’ı ve Adaları gören bir köşkte geçti.

Derviş, modernleşme yanlısı Osmanlı aydınlarının kızları gibi, özel eğitimle yetiştirildi. Fransızca ve Almanca öğrendi.

Ona yazarlık yolunu Nâzım Hikmet açtı. “Hezeyan” adlı şiirini kendisinden habersiz 1918’de Alemdar gazetesinde yayınlatmıştı. Gazetesinin edebiyat ekini yöneten Yusuf Ziya Ortaç Suat Derviş’i  “Türk edebiyatının göklerine doğan yeni bir yıldız”  diye takdim etmişti.

Suat Derviş, bu zamandan başlayan ve profesyonel bir meslek olarak benimsediği yazarlığı, yaşamının sonuna dek sürdürdü. 1940’lı yılların siyasal koşulları bile, Suat Derviş’i yazmaktan alıkoymadı.

Suat Derviş’in 1920’li yıllarda yazdığı ilk romanlarında, İstanbul’un üst tabakasının konaklarda, köşklerde yaşadıkları aşklar ilişkiler vardı. Ama buradaki kadınların toplumsal konumlarına da dokunuşlar yapıyordu.

Giderek Suat Derviş romanı, süregelen düzeni değiştirmek, adaletsizlikleri ortadan kaldırmak için eylem çağrılarının yapıldığı bir “arena” olmuştu. Artık onun için  “toplumcu gerçekçilik”, “egemen edebiyat anlayışı” konumunda olmuştu.

Suat Derviş, Nâzım Hikmet’in, 1920 yılında yazdığı “Gölgesi” adlı şiirinde belirttiği gibi o, başını bir türlü eğmeyen cesur bir kadındı.

Gölgesi

Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını

Bir kere eğemediğim bu kadının başını

Kaç kere sürükledi gururumu ölüme

Fırtınalar yaratan benim coşkun gönlüme

Cevapları öyle heyecansız ki onun,

Kaç kere iman ettim hiçliğine ruhunun

Kaç kere hissettim ki, yine bu gece gibi

Güzelliğin önünde dolup çarpmalı kalbi

Ne mehtabın aksine yelken açan bir sandal

Ne de ayaklarında kırılan ince bir dal

Onun taştan kalbini sevdaya koşturmuyor

Bir çiçeğin önünde bir dakika durmuyor

Dönüyoruz yine biz uzun bir gezintiden

Gönlümün elemini döküyorken ona ben

O bana kendisini gülerek naklediyor

Bilseniz mavi boncuk nasıl yaraştı diyor.

Ya bu kadın delidir yahut ben çıldırmışım

Ben ki birçok kereler kırılmışım, kırmışım

Ömrümde duymamıştım böyle derin bir acı;

Birden onun yüzüne haykırmak ihtiyacı

Alev alev tutuştu yangın gibi

Bir dakika kendimin olamadım sahibi

Hiç olmazsa hıncımı böyle alırım dedim,

Yola mağrur uzanan gölgesini çiğnedim!

Nazım Hikmet’le arkadaşlıkları tek taraflı bir aşka dönüştü. Suat Derviş bu aşka karşılık vermese de, Nazım Hikmet, her zaman hayatının bütün dönüm noktalarında yanında olur.

Derviş’in ilk romanı Kara Kitap, 1921 yılında yayımlandı. Bunu  Hiçbiri (1923), Ne Bir Ses Ne Bir Nefes (1923), Buhran Gecesi (1924), Fatma’nın Günahı (1924), Gönül Gibi (1928) ve Emine (1931) adlı romanları izledi.

Suat Derviş 1931’de, Berlin Üniversitesi Felsefe ve Edebiyat Bölümü’ne girdi. Bu arada çeşitli gazete ve dergilerde çalıştı. Nazi yanlısı olmayan gazete ve dergilerin yayınlarına son verildiği için gazeteciliğe devam edemedi. 1933 yılında İstanbul’a döndü. Yükselen faşizmi yerinde yaşamıştı. Marksist görüşleri benimsemesinde, “anti-faşist” değerlerin önemli rol oynadığını söyleyebiliriz.

1930’ların sonunda Derviş, adaletsizliğe, nazizme ve yükselen faşizme karşı yazılar yazdığı için, gerçek ismini kullanamaz hale geldi. “Onu Bekliyorum” (1934), “Onları Ben Öldürdüm” (1935) ve “Baba-Oğul” (1936) adlı tefrika romanların ardından, yazarın “toplumcu gerçekçi” yönelimlerinin kanıtı olan “Bu Roman Olan Şeylerin Romanı” (1937) ve bir yıl sonra da “İstanbul’un Bir Gecesi” (1938) tefrika edildi.

Yarınki yazımda Suat Derviş’in romanlarından ve Fosforlu Cevriye’den söz edeceğim.