Kamu kurumlarına çaycı, temizlikçi alınırken bile elli çeşit belge istenir. Belge vermek yetmiyor bir de güvenlik soruşturması yapılır. Hatta milli istihbarata sorulur, soyu sopu araştırılır. Hayatta görmediğiniz, varlığından bile haberinizin olmadığı bir akrabanızın terör örgütü ile üyeliği şöyle dursun iltisakı olsa devlet dairesinde temizlikçi bile yapmıyorlar.
Bu kadar ince elenip sık dokunuyorsa nasıl oluyor da tıp fakültesinin önünden bile geçmeyen gencecik bir kız devlet hastanesinde doktor olarak bir yıl çalışıyor, çalışabiliyor.
Devlet hastanesine temizlikçi alınken bile yedi sülalesini araştıranlar, doktor olarak çalışan kişinin diploması olup olmadığına bakmamışlar mı?
Eskiden elektronik ortamda kayıt tutulmazdı, zaten internet yoktu. Sahte belge hazırlamak, insanları kandırmak kolay olabilirdi.
Şimdi her şey ayan beyan ortada. Üniversite diploması olup olmadığını geçtim, kimin hangi alanda yüksek lisans yaptığı, hatta yüksek lisansı bile YÖK’ün internet sitesinde görülebiliyor.
Bu kadar imkan varken nasıl oluyor da üstelik devlet hastanesinde diplomasız doktor olarak işe başlayabiliyor, bir yıl çalışabiliyor?
Sahte doktorumuz 22 yaşında genç bir kız. Bir yıldır çalıştığına göre 21 yaşında hastanede başlamış olmalı…
18 yaşında lise tahsili bitiyor. Tıp fakültesi 6 yıl. Bir doktor en iyi niyetle 24 yaşında tıp fakültesini bitirebiliyor.
Doktorum diyen kızın kaç yaşında olduğuna da mı bakmamışlar!
Nereden bakarsanız bakın, sorun tek bir yere çıkıyor.
Liyakatsizlik...
Ehil olmayanlara makam ve yetki veriliyor.
Ne olup bittiğini anlayana kadar iş içten geçiyor.
Sanılıyor ki bizden olan biri istediğimiz makama gelince bütün sorun çözülecek.
Bizden olanlar her şeyi biliyorlar!
Gel gör ki tıp fakültesinin önünden bile geçmeyen 21 yaşındaki bir kızın doktor olduğuna bile inanıyorlar.
Bunlar bildiklerimiz, daha doğrusu yakayı ele verenler.
Ya yakalanmayan ve hâlâ sahteciliğe devam edenler ne kadar?
Sonuçta fatura, hastane ve devlet kapılarında bekleyen gariban vatandaşa çıkıyor.
En önemlisi de herkes sahte doktoru konuşuyor… Peki sahte doktoru işe başlatanların hiç mi suçu yok, onlar hiçbir şey olmamış gibi çalışmaya devam edecekler mi?
*****
Pembe İncili Kaftan
Osmanlı, Şah İsmail’in elçisi İstanbul’a geldiğinde, onun sırmalara, altınlara, elmaslara boğarak gönderdiği elçisine padişahın elini öptürmemiş, ancak dizini öpmesine izin vermişti. Kuşkusuz o da karşılıkta bulunmaya kalkacaktı.
Bu yüzden devletin onurunu, haysiyetini koruyacak bir elçi bulmak gerekiyordu. Sadrazam’ın Şah’a elçi göndermek istediği kişide aradığı özellikler herkeste bulunmazdı:
“Bizden elçi gidecek, devleti temsil edecek adamın çok yürekli olması gerek! Öyle bir adam ki, ölümden bile korkmasın. Devletinin şanına dokunacak hareketlere karşı koysun. Korkuyla ve şahsi kaygılarla uğrayacağı hakaretlere boyun eğmesin...”
Sadrazam, Muhsin Çelebi’ye teklif götürür. Muhsin Çelebi’ye “Şah bizimle boy ölçüşme davasındadır. Er meydanında bize yapamadıklarını, bizim göndereceğimiz elçiye yapmak ister. Ola ki işkenceyle idam eder. Oysa elçimize yapılacak hakaret devletimize demektir. Bize öyle bir adam gerekli ki, hakaret görünce başından korkmasın... Bu hakareti edene aynen iade etsin... Devletini seversen, sen bu fedakârlığı kabul edeceksin!” der.
Muhsin Çelebi tek bir şartla görevi kabul eder. Bu görev için devletten hiçbir karşılık almayacaktır. Giden kafilenin de bütün masraflarını bizzat kendi malvarlığından karşılayacaktır.
Nitekim gerekli göz alıcı muhteşem takımlı atları, süslü hizmetkârları kendi parasıyla düzer. Ve devletin itibarı için, Kapalıçarşı’dan, ender bulunur pembe incilerle işlemeli servet değerindeki kaftanı satın alır. Bütün bunlar için malvarlığının tamamını ipotek ettirir.
Şah İsmail, Pembe İnci’yi yalnız masallarda işitmiş, daha nasıl şey olduğunu görmemiştir. Kendisinin daha görmediği şeye sahip olan bu zengin elçiyi hakareti altında ezmeye karar verir. Arkasında cellatları hazır tutar. Elçiyi ayakta bekletmek için, oturabileceği bir yer olmasın diye, tahtının önündeki şilteleri kaldırtır.
Muhsin Çelebi, Padişahın mektubunu el etek öpmeden doğrudan Şah’ın tahtına yaklaşarak verir. Sonra üzerindeki pembe incili kaftanı çıkarıp bağdaş kurur oturur. Buradan Padişahı övücü sözlerle mesajını verdikten sonra izin bile istemeden kalkar çıkar. Şah yerde kalan pembe incili kaftanın elçiye verilmesini emreder. Fakat Muhsin Çelebi son darbesini şu sözlerle vurur:
“Onu size bırakıyorum. Sarayınızda büyük bir padişah elçisini oturtacak seccadeniz, şilteniz yok... Hem bir Türk, yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz...”
Muhsin Çelebi kafilesiyle birlikte İstanbul’a döndüğünde kaftan yanında olmadığı için ipotekli mallarının hepsini kaybeder. Ölünceye kadar yoksulluk içinde basit bir köylü gibi yaşar.
(Ömer Seyfettin’in hikayesinden özet)
*****
TEBESSÜM
Alışkanlık
Doktor, Temel’i uyarır:
- Sonra söylemediniz demeyin, bu uyku haplarına devam ederseniz, sizde alışkanlık yapar.
Temel çok bilmiş gibi gülümser:
- Doktor Bey! Ben bu hapları yirmi yıldır kullanırım, daha alışkanlık yaptığını görmedim!
*****
GÜNÜN SÖZÜ
Yanlış üslup doğru sözün celladıdır.
Sadi Şirazi