Ameliyathane’den naklen yayın

Ayaklarım mı yavaş, yavaş yerden kesiliyordu… Ben mi yükseliyordum… Yoksa yer mi aşağı iniyordu bilemiyorum.

Doktorlar çok sessiz konuşuyorlardı galiba… Duyabilmek için kendimi zorladım ama nafile… Göz kapaklarım ne zaman kapandı hatırlamıyorum…

Bedenim benden uzaklaşıyordu. Karanlık, ürkütücü dehlizleri büyük bir hızla geçtim. Yeşil ve beyaz karışımı, çok parlak ışık huzmesinin içinden süzüldüm. Büyük bir hızla, arkamda gri renkte, sanki bulutlardan yapılmış incecik ipliksi bir iz bırakarak yükseldiğimi hissediyordum…

Ve birden, şoförü ani fren yapmış araba gibi zınk diye durdum. Biraz daha yükselsem Ay’a ulaşabilirim sandım. Benim için kırmızı ışık yanmıştı galiba… Yoksa yasak bölgeye girmek mi istemiştim.

Bedenim yoktu ama ameliyat masasındaki bedenimi görebiliyordum. İpliksi gri iz, göbeğimde son buluyordu. Ve beni cesedime bağlayan tek bağ idi bu gri iz…

Kulaklarım yoktu ama sesleri duyabiliyordum. Sesler net değil uğultu halindeydi. Sanki tüm yeryüzündeki insanların, hayvanların, araçların çıkardıkları sesler birbirinin içine girmiş gibiydi.

Mesela Mehmet Barlas’ın ” Bu kadar zırvaya ben bile bahane bulamam” sözü çınlıyordu olmayan kulağımda… Zırva neydi? Kim ne kadar zırvalamıştı? Bilmiyorum…

Bu sözler ne anlama geliyordu, anlayamıyordum. Sadece duyuyordum o kadar. Milyonlarca insan da benim gibiydi herhalde… Trene bakar gibi bakmak… Kaval dinliyor gibi dinlemek…

Ellerim, ayaklarım, hiçbir şeyim yoktu ama ben vardım. Bedeni olmayan ben… Ölüm böyle bir şey miydi?

İKİ GÖBEK BAĞI MI VAR?

Yunus Emre’nin söylemiyle et, kemik, kan ve ilik yoktu. Elle tutulan hiçbir şey yoktu, salt bilinç vardı. Benden içeri olan ben, ten kafesinden dışarı çıkmıştı. Ben’in geri dönmesi, göbekle ben arasındaki gri ipliksi çizgiyle olacaktı. Belki de iki göbek bağı vardı insanda. Biri doğumda, diğeri ölümde kesiliyordu.

Bedenimin başında beş kişi vardı. Giyimlerinden erkek veya kadın olduklarını anlamak olanaksızdı. Sürekli hareket halindeydiler.

İşin tuhafı aynı anda her tarafı görebiliyordum. Alt, üst, sağ, sol, yukarı, aşağı, yoktu…

Bedenim, başımdaki insanlarla birlikte, denizleri kıtaları, vapurların denizde çıkardığı dalgaları, uçakların gökyüzünde oluşturdukları dalgalanmaları da görebiliyordum. Ama hiçbir şey hissetmiyordum. Aldığım narkozun etkisiyle rüya içinde rüya mı görmekte miydim acaba?

Hastaneye yatmadan önce “Elif” isimli bir kitap okumuştum. (Kitabın orijinal adı İbranice ALAF, Arapça karşılığı ise Elif) Ülkemizde Simyacı ’nın yazarı olmakla ünlenen Paulo Coelhol’un, kendi yaşamından kesitler sunduğu bir kitaptı Elif.

Reenkarnasyon’a inanan Yazar, yeryüzünde var olan ve “Elif” adını verdiği manyetik alanları buluyor, bu kapılardan eski yaşam boyutuna girerek, kendisini etkileyen anları yeniden yaşıyordu. Daha doğrusu geçmişe giderek, kötülük yaptığı insanlardan af dileyip, helallik alarak ruhunu arındırmağa çalışıyordu. Bu çok zor bir işti. Her yerde, her istediğinde giremiyordu Elif’e… Ölüm ötesi bir yaşama, tüm kirlerinden arınmış olarak gitmek istiyordu.

Acaba bu kitabın etkisinde kaldığım için mi, böyle halüsinasyonlar görmekteydim? Vizyonlar bitmek bilmiyordu. Şimdi yeryüzünün bir başka bölgesini kuşbaşı seyrediyordum… Hem kilometrelerce yukarıdan, hem istesem dokunabileceğim kadar yakından…

***

Baştan aşağı beyaz giysili, kadınlı erkekli mahşeri bir kalabalık dönüp durmakta… Güneşin etrafında dolanmakta olan planetler gibi… Samanyolu’nun içinde, trilyonlarca yıldız gibi dönmedeler… Sanırsınız bir galaksi dönmekte Kâbe’nin ekseni etrafında…

… Ve birden bir ses çınladı olmayan kulaklarımda… Frekansına tam olarak giremediğim ve bir hayli parazitli ses içimde şöyle yankılanıyordu:

“Bundan sonra, kadın erkek bir arada hacca gitmeyi yasaklıyorum. O ne öyle yahu… Mahşeri kalabalıkta kadın erkek et ete… tövbe, tövbe… Olmaz öyle şey… Bundan kelli gereken yapılacak… Edep yahu… Bu kadar sabrettiğim yeter… Ağlama duvarında bile haremlik selamlık var yahu…”

GELECEK YAZI: CERRAHIN ELİNDEKİ NEŞTER