Büyük şair, fikir ve dava adamı Mehmet Akif Ersoy; birbirinden güzel şiirleriyle, destanlarıyla, ölümsüz İstiklâl Marşı'yla ahlâk ve fazilet örneklerini sergilediği hatıralarıyla hâlâ aramızda yaşamaktadır.

Türkçe'ye kuvvetle hakim, Arapça ve Fransızca'yı çok iyi bilen Akif'in ilk şiir çalışmaları Baytar Mektebi'nde okuduğu yıllarda başlar.Yayınlanan ilk şiiri " Kur'an'a Hitap" başlığını taşır.Mehmet Akif, şiire Muallim Naci gibi sağlam söyleyişli bir üstadın izinden yürüyerek başlamış, doğudan Hafız ve Sadî'yi, batıdan Lamartine ve Alexandre Dumas'ı beğenmiş ve okumuştur.

Şair, 1908'den sonra, aruz ölçüsünü başarıyla kullanarak halkın dert ve sıkıntılarını dile getirdiği manzum hikayeleriyle dikkatleri üzerine çeker. Bu hikâyelerde camiler, kahvehaneler, sokaklar, meyhaneler, hastaneler, yetimler, yoksullar, idari bozukluklar anlatılır.

"... Hayır, hayâl ile yoktur benim alışverişim. / İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim."

1912'li yıllar savaş yıllarıdır.Toplum şairinin şiiri değişir, destanlaşır. İlk büyük destan Çanakkale'de yaşanır ve yazılır. Bu destanın kahramanları gençliğimiz ve milletimizdir. 

Akif, milletinin namusunu çiğnetmeyen bu imanlı nesilden çok ümitlidir.Bu nesil, memlekete fen ve teknolojiyle donanmış, ahlâklı ve imanlı bir medeniyet getirecektir. "Çanakkale Şehitleri'nde, savaş anı, canlı tablolarla coşkun bir şekilde anlatır. 
İkinci destan hüzün destanıdır.Bursa, İstiklâl Harbi öncesinde Yunanlılar tarafından işgal edilir. O gün, Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Gazi'nin Gümüşlü'deki türbesinde Türk'ün mukaddesatına hakaret edilir. Bu durumu Berlin'deyken öğrenen Mehmet Akif, üzüntüsünü "Bülbül" şiiriyle dile getirir. Milli şairimiz Akif, bu şiirinde 27 asırlık şiir lisanımızı tam bir gönül ürperişiyle bir yanık bülbül gibi inletir.

"Eşin var, âşiyanın var, baharın var ki beklerdin. 
Kıyametler koparmak neydi ey bülbül, nedir derdin? 
O zümrüt tahta kondun bir semavi saltanat kurdun; 
Cihanın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun"

Nihayet, Kurtuluş Savaşı... Milli şairimiz Mehmet Akif'in ümidiyle, imanıyla ortaya koyduğu İstiklâl Savaşımız kadar büyük bir eser İstiklâl Marşımız'dır. İstiklâl Marşı'nda bir milletin kendine olan güveni, imanı, ümidi, haklılığı, hür ve bağımsız yaşama kararlılığı ve geleceğe uzanan duası vardır. Bu marş Türkçe'nin bütün inceliklerini bilen bir şair tarafından tam bir lisan ve vicdan sağlamlılığı içinde yazılmıştır.Akif'in Safahat'ına almadığı İstiklâl Marşı tam 724 şiir içinden seçilerek kabul edilmiştir.Bugün her zamankinden daha çok Akif'lere, Asım'lara bu milletin ihtiyacı var!

Türk edebiyatında Mehmet Akif kadar içinde yaşadığı devri bütün ayrıntısı ile gören ve gösteren başka bir şair yoktur, denilebilir. Safahat, adeta, muayyen bir nokta-i nazardan tasvir edilen bir manzum romana benzer: 

Sokak, ev, kulübe, saray, meyhane, cami, köy, şehir, fakir, zengin, dindar, dinsiz, cılız, pehlivan, korkak, kahraman, halk, yüksek tabaka, münevver, cahil, yerli, yabancı, Avrupa, Asya, ticaret, siyaset, harp, sulh, şehircilik, köycülük, mazi, halihazır, hayal, hakikat, hemen hemen her şey Akif'in duyuş ve görüş sahnesine girer. 

O bunları yalnız şiirin değil, edebiyatın bütün anlatım araçlarıyla anlatır.  Tasvirler yapar, portreler çizer, hikayeler söyler, fıkralar anlatır, konuşmalara başvurur, vaaz eder. Komik, trajik, öğretici, hamasi, lirik, hakimane her edayı, her tonu kullanır. 

Mehmet Akif'in şiirlerinin toplandığı Safahat, yedi cilttir. Her cilt, bir kitap özelliğini taşır; Bunlar sırayla "Safahat", "Süleymaniye Kürsüsü'nde", "Hakk'ın Sesleri", "Fatih Kürsüsü'nde", "Hatıralar", "Asım" ve "Gölgeler"dir. 
Şair, sonradan bunları "Safahat" adı altında 7 cilt tek kitapta toplamıştır. Akif'in Çanakkale Şehitleri için yazdığı şiirle bitirelim. 

Şüheda gövdesi, bir baksana dağlar taşlar...
O, rukü olmasa, dünyada eğilmez başlar, 

Vurulmuş temiz alnından uzanmış yatıyor;
Bir hilal uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor! 

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer. 

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid'i...
Bedr'in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi... 

Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
"gömelim gel seni tarihe!" desem, sığmazsın. 

Herc u merc ettiğin edvara ya yetmez o kitab...
Seni ancak ebediyyetler eder istiab. 

"Bu, taşındır" diyerek Kabe'yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; 

Sonra gök kubbeyi alsam da, rida namiyle,
Kanayan lahdine çeksem bütün ecramiyle; 

Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan;
Yedi kandilli Süreyya'yı uzatsam oradan; 

Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken gece mehtabı getirsem yanına, 

Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem; 

Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana. 

Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultanı Selahaddin'i, 

Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran...
Sen ki İslam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran, 

O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adın; 

Sen ki; a'sara gömülsen taşacaksın... Heyhat,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat... 

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.