Kurtarıcı!

Millet olarak ne yazık ki, kurtarıcı beklemek hastalığından kurtulamadık. Seçim bitti, yine kurtarıcı arayışındayız. İngiltere’den biri gelecek, Amerika’dan başkası gelecek, ülke ekonomisini düze çıkaracak diye umut pompalanıyor.

Abone Ol

Türk Lirası neredeyse dünyanın en değersiz parası haline geldi. Dün bir köyümüz kadar olan Gürcistan ile Bulgaristan’ın parası bile Türk Lirasını ona katladı.

Altın uçuşa geçti… Piyasalar allak bullak…

Olup biteni görmezden gelip, bir kişinin her şeyi düzelteceğini umuyoruz.

Hayal kurmanın da bir ölçüsü var; o sınırı bile aştık.

Öncelikle hastalığın teşhisini koymalı ki, tedavi de kolay olsun.

Çok basit soruların cevabını vermeliyiz…

Paramız niçin değer kaybediyor?

Niçin her geçen gün işsizlik artıyor ve iş gücü ucuzluyor?

Sığır ithal edecek, hatta kurbanlığı dışarıdan getirecek duruma nasıl geldik?

Cevabı herkes biliyor…

Üretim yok…

Sanayide üretim yok, yeni fabrika açılmıyor, hatta mevcut fabrikalar bir bir kapanıyor.

Yapılan üretimler de yüksek kârı olmayan, teknolojiden uzak hamallık getiren ürünler.

Tekstil deviydik, dünyaya mal satıyorduk; çorap bile ithal eder hale geldik.

Dünyada kendi kendine yetebilen 7 ülkeden biriydik; savaştaki Rusya ve Ukrayna’dan buğday alabiliyoruz diye başarı hikayeleri yazılıyor.

İHA, SİHA diye destansı hikayeler anlatılıyor, ancak motorunu bile yapamıyoruz.

TOGG diye diye dillerinde tüy bitti, yüzde 50’si bile yerli değil.

Yaylalar, köyler boşaldı. Hayvancılık bitti, insanlar kendi ihtiyacı için bile hayvan beslemiyor. Kendi ihtiyacı kadar bile sebze meyve ekmiyor.

Çünkü maliyeti kurtarmıyor!

Yayla ve meralar ıssız ama saman ve canlı hayvan bile ithal ediyoruz, ötesi var mı?

Yapılan tek iş devasa binalar dikmek, her sokak başına alışveriş merkezi açmak.

Sanayide üretim yok, ağır sanayide üretim yok, teknolojik üretim hiç yok.

Tarlada domates, biber bile neredeyse ekilmiyor. Yoldan geçerken patates atsan tarla patates dolup taşıyor ama bir ara savaştaki Suriye’den patates bile ithal ettik…

20 yıldır her geçen gün geriye gidiyoruz, çünkü her saat üretimimiz azalıyor.

Üretim yapmadan kalkınmanın olacağını hayal etmek için daha çok uyumamız lazım!

Çünkü üretim olmadan kalkınma ancak rüyada olabilir!

Kurtarıcı beklemekten vazgeçelim…

Üretim, üretim ille de üretim…

*****

10 yumurta kaç öğretmen eder?

Daha ilkokuldayım. Evde telefon çaldı. Koştum, açtım. Babamın okul arkadaşı Kerim amca. O da babam gibi öğretmen. Çocukluğumuzun öğretmenleri işte… İki söz arasında hemen birkaç soru, her fırsatta öğretmenliği yaşıyor ve yapıyor. Telefonda hemen sınav başlıyordu...

- Zafer, İstiklâl Marşımızı kim bestelemiştir?

- Zafer, Konya’nın plakası kaç?

Hepsini cevaplıyorum.

Yine bir gün soru silsilesinin ardından, o zaman bana çok garip gelen bir soru geldi:

- Zafer, 10 yumurta kaç öğretmen eder?

Şaşırıyorum.

- O nasıl soru Kerim amca?

Kerim amca telefonda uzun uzun gülüyor. “Bak” diyor, “Okulun akıllısı Zafer. Cevabını bilmediğin bir soru buldum işte. Şimdi telefonu babana ver. Sonra da babana sor. O sana cevabını verir.”

Babamla Kerim amcamın telefon görüşmesi bitince, babama soruyorum:

- Baba, Kerim amcam sordu. 10 yumurta kaç öğretmen eder?

Babam da gülmeye başlıyor. Ardından, gülerek başlayan ama bittiğinde ikimizin de gözyaşlarıyla yıkanan aşağıdaki öyküyü anlatıyor:

Kastamonu’nun Taşköprü ilçesinin yaklaşık yirmi kilometre güneyinde yan yana iki orman köyü vardır. Boşnakköy ve Armutlu. Her iki köyde de hayat zor, insanları yoksuldur.

1950 yılının güneşli bir Temmuz sabahında, bu iki köyün en çalışkan iki öğrencisi Ali ve Kerim, birkaç yıl içinde öğretmen okullarına dönüşecek olan Köy Enstitüsü sınavına katılmak için ilçe merkezine yola çıkarlar. Tabii yürüyerek…

Ali’nin elinde küçük bir sepet ve sepetin içinde 10 tane yumurta var. Evde para olmadığından, annesi ilçede satıp, sınav için lâzım olacak kalem, silgi gibi ihtiyaçları alması için bu 10 yumurtayı, biraz kendi evinden, biraz da komşulardan toplayarak Ali’ye vermiş.

Kerim’in ailesi daha da fakir olduğundan, Kerim’de o da yok.

Yaklaşık yirmi kilometre yolu yürüyerek ilçe merkezine ulaşıp, hemen bir bakkala giriyor ve 10 yumurtayı satarak bir kalem ve bir silgi alıyorlar.

Kalemi de silgiyi de ikiye bölerek paylaşıyor ve sınava giriyorlar.

İkisi de başarmıştır.

Ancak bilmedikleri bir şey var. Sınav iki gün.

Bu iki küçük köylü çocuk, sınava girip akşama köylerine dönmeyi düşünürken, hükümet konağının önünde, neredeyse ağlamaklı geceyi nerede geçireceklerini bilmeden, bir aşağı bir yukarı yürümekte…

Cadde üzerindeki evlerden birinde, bu iki köylü çocuğa merakla bakan bir kadın onları eve çağırır. Durumu öğrenince onları doyurur. Akşama eşi de işten gelir ve çocukları o gece misafir ederler.

İkinci gün de sınav başarılıdır.

Birkaç ay sonra Kastamonu Gölköy Köy Enstitüsüne kayıt ve ardından şanla şerefle geçen otuz yılı aşkın öğretmenlik hayatı…

İşte 10 yumurtanın 2 öğretmen ettiğini bu hikayeden öğrenmiştim…

Babam, öykünün sonunu şöyle bağladı:

Bak oğlum, köyden 10 yumurtayla çıkan 2 çocuğun öğretmen, subay, mühendis, milletvekili hatta cumhurbaşkanı olabildiği yönetime Cumhuriyet denir.

(Alıntıdır)

*****

TEBESSÜM

Misafir

Köyden şehre misafir olarak giden Temel, gittiği evde saatlerce bekler yemek gelmez. Ev sahibine durumu ima ile anlatmak için esnemeye başlar. Esnemeleri sıklaşınca ev sahibi sorar:

- Temel esniyorsun, hayır ola. Susuz musun yoksa uykusuz mu?

- Çeşmenin başında uyudum, sonra buraya geldim.

*****

GÜNÜN SÖZÜ

İnsan, duymak istediklerinden vazgeçmedikçe uyanamaz.

Anuşirvan Miyancı