Ameliyathane’den naklen yayın

Özel hastane fiyatları dudak uçuklatıyordu… Hastanesine ve doktoruna göre, on yedi bin liradan başlayıp, otuz bin liraya kadar çıkıyordu. Belki daha fazla isteyenler de vardı. Ama benim ameliyat olmak istediğim yerlerde böyleydi fiyatlar…

Kapana sıkışmış av gibi hissetmekteydim kendimi… Ve avını yakalayıp ham yapmaya çalışanlar…

Hasta gözü ile bakmıyorlardı size, onların gözünde salt para idiniz…

“Kasap et derdinde, koyun ise can… “ Şeklindeki Ata Sözünü…

“Hasta can derdinde, Hastaneler para peşinde “, olarak değiştirmek gerekir diye düşünmekteyim.

Neye karar vereceğimi bilemiyordum… Düşünceler beynimi fare gibi kemiriyordu. PSA kısa süre içinde 11’e çıkmıştı. Bir an evvel bıçak altına yatmalıydım. Ama nerde, hangi doktora teslim olmalıydım?

Karar vermekte bocalarken birkaç gün daha geçti. Sonunda Ünal Can noktayı koydu.:

_Yarın saat 16.00’da Medeniyet Üniversitesi’nin önünde buluşalım. Doçent bir arkadaşım ile konuştum, senin ameliyatını yapacak. Bu işler geciktirmeye gelmez.

Hipnotize olmuş gibiydim. Hiç düşünmeden ‘ Peki… Tamam…’ dediğimi hayal meyal hatırlıyorum şimdi…

Göztepe SSK Araştırma Hastanesinin adı değişmiş. Olmuş Medeniyet Üniversitesi. Poliklinikleri ve bazı bölümleri de Merdivenköy’e taşımışlar. Dört yılda yabancısı olmuşum İstanbul’un. Sora, sora Bağdat’ı değil ama klinikleri buldum. Kapıda bekliyordu Ünal Can, her zamanki titizliği ile vaktinden önce gelmişti.

KAHVEDE MİSİN MÜBAREK?

Geniş bir arsa üzerine yapılmış, çift giriş kapılı modern bir yapı. At koşturabileceğiniz büyüklükte bir salona giriyorsunuz önce… İçerisi boğucu sıcaklıkta… Giriş kapılarının üzerinde iki adet klima var ama çalışmıyor… Çalışsa ne ola ki… Yüzlerce metreküp hacmindeki bir yeri iki klima ile serinletmek mümkün değil…

Danışma masasında iki hanım oturmakta… Hemen yan taraftaki masa güvenliğe ait. Elektrikli motor ile hareket eden sedyede ağır hastalar taşınmakta…

Her iki girişin karşısında, yukarı ve aşağı katlara iniş rampaları var. Rampaların başlarında servis isimlerinin yazılı olduğu büyükçe tabelalar göze çarpıyor…

Anlıyorsunuz ki, burası ameliyathane dışında tüm teknik servislerin bulunduğu bir tesis.

Girişin sağında hasta kabul bölümü var… Geç saat olduğu için kimsecikler yok. Banko’da başı kapalı bir hanımla, gençten bir görevli oturmakta…

Yok, oturma değil, yandan kaykılmış sanki. Ayaklarını öne uzatmış, sanırsınız Piyerloti’de kahvesini yudumlarken, marpucu ağzına almış, derin emişlerle, tömbekinin dumanını içine doldurmakta…

Ben basın kartımı uzatırken, Ünal Can konuştu:

_ Asıf Hoca için numara verir misin?

Hiç istifini bozmadan, ibrikçi başı gibi azametle cevap verdi.

_ Hayır veremem, Çünkü Asıf Hoca’nın bugünkü kontenjanı doldu.

Yüzünün rengi değişti Ünal Can’ın, bu kez sesi sertleşti…

_ Bana bak evladım, ben doktorum… Asıf da arkadaşım… Bizi bekliyor. Şimdi daha fazla oyalanmadan ver şu barkodu…

Biraz toparlandı, bankonun üzerindeki basın kartını aldı, evirdi çevirdi…

_Bu geçmez burada… Nüfus cüzdanını verin…

Başbakanlığın verdiği kimliği tanımıyordu adam. Eee, ne de olsa ibrikçi başıydı orda… Hem bana ne, kartı veren utansın…

Adam yerine koyup anlatmaya değmezdi… Çıkarıp verdim nüfus kartını…

Ünal, cep telefonuyla aradı ve geldiğimizi haber verdi Asıf’a…

Biraz sonra kapıdaki görevli içeri aldı bizi… Fındık içi kadar odada ufak bir masa, bilgisayar, üç sandalye ve boğucu bir sıcaklık vardı… Bir de hasta muayene masası… Şaşırmıştım… Böylesine büyük bir yapıda doktor muayenehanesi için bu kadar küçük bir oda mı ayrılırdı?… Bu çizimleri yapan mimarı, ceza olarak bu odada oturtmak lazım diye geçiriyordum beynimden…

Ünal can tanıştırdı bizi…

GELECEK YAZI: CANLI AMPUL GİBİYİM